Gölgeleri oldum olsası sevdim. Işığın somut göstergesi gibi geldi bana. Işığın yönüne ve şiddetine göre değişmesini, hayatın farklılaşan akışına benzettim. Uzayan kısalan, koyulaşan belirsizleşen gölgeler... Gölgelerin bu suskun ama etkili varlığı çağrışımlar yaptı ömrüm boyunca. Kökenleri çocukluk yıllarıma kadar uzanıyor belki. Ağaçların uzayan gölgelerini izlerken fark etmiştim ışığın ve karanlığın birbiriyle oyununu. Her gölgenin, öyküsü başkaydı; kimi dinginlik, kimi merak, kimi endişe içerirdi. Sessiz sinema gibi, sözsüz öyküler, giz ile görünen arasındaki ilişkiyi mi yansıtıyor acaba? Gölgelerin etkileyici olmaları biraz da bu yüzden sanırım, hayal gücümüzü işe koymaları. Görünen ile giz arasını doldurması bize kalıyor.
Nick Hornby'den okuduğum ilk roman Düşerken 'di. 262 sayfalık Ölümüne Sadakat'i dilimize Defne Orhun çevirmiş. Sel Yayıncılık'tan çıkan Nisan 2005 tarihli ilk baskısını okudum. Rock müziğe ilginiz varsa, plak koleksiyonu yapıyorsanız eminim ki Ölümüne Sadakat'i okurken çok keyif alırsınız. Benim koleksiyonu bırakın bir tane bile plağım yok, iyi bir rock dinleyicisi de sayılmam. Buna karşın gene de romanı sevdim. 35 yaşında ve sevgilisi tarafından terk edilen Rob'un ilişkilerinin neden uzun süreli olmadığını sorgulaması ile başlıyor roman. Bu sorgulama kadın ve erkeğin hayatı algılayış farklılıklarını da ortaya koyan bir anlatıya dönüşüyor. Düşerken gibi Ölümüne Sadakat de sinemaya uyarlanmış. High Fidelity adlı filme dair ayrıntılara buradan ulaşabilirsiniz.