Gölgeleri oldum olsası sevdim. Işığın somut göstergesi gibi geldi bana. Işığın yönüne ve şiddetine göre değişmesini, hayatın farklılaşan akışına benzettim. Uzayan kısalan, koyulaşan belirsizleşen gölgeler... Gölgelerin bu suskun ama etkili varlığı çağrışımlar yaptı ömrüm boyunca. Kökenleri çocukluk yıllarıma kadar uzanıyor belki. Ağaçların uzayan gölgelerini izlerken fark etmiştim ışığın ve karanlığın birbiriyle oyununu. Her gölgenin, öyküsü başkaydı; kimi dinginlik, kimi merak, kimi endişe içerirdi. Sessiz sinema gibi, sözsüz öyküler, giz ile görünen arasındaki ilişkiyi mi yansıtıyor acaba? Gölgelerin etkileyici olmaları biraz da bu yüzden sanırım, hayal gücümüzü işe koymaları. Görünen ile giz arasını doldurması bize kalıyor.
Rus edebiyatının büyük ismi Lev Tolstoy'un 84 sayfalık dev eseri İvan İlyiç'in Ölümü ne zamandır okumak istediğim bir romandı. Ölüm üzerine düşündüğünüz mü daha önce bilemiyorum. Aslında soruda hata oldu biraz. Daha doğru hali ölümün ne olduğuna kafa yordunuz mu olacaktı. Ölümü anlamak beynimiz için çok olanaklı değil bence. Yok olma fikri, artık, en azından bildiğimiz şekildeki bir dünyada, var olmayacağı farketmek kolay değil. Kitap, ölüm, yaşam, yaşam boyu yaptıklarımız, yapmadıklarımız, içimize attıklarımız, onları kusma isteği ama son anda bile bunu yap(a)mamamız, yaşama isteği gibi çok derin konuları 84 sayfaya sığdırmış. Romanı okurken İlyiç'le kendimi kıyasladım ister istemez. Umarım hayatımın son dönemlerini İlyiç gibi geçirmem. Sanırım roman kahramanı kadar ölüme yaklaşmadığım için (o kadar uzun süre bunu düşünecek kadar diye düzelteyim) ölüm, korkutucu gelmiyor. Hatta zaman zaman tüm koşuşturmaların, hengamenin biteceği yer olduğunu düşünüp ölümden öte köy ...