Metrodan çıkmak için yürüyen merdivene adımımı attığımda, dışarıda beni nelerin beklediğinden haberim yoktu. Okula, işe yetişme telaşında olanların kalabalığı bitmiş, toplu ulaşım, acelesi olmayanlara kalmıştı. Merdivenin son basamağını geldiğimde sokak sakin ve huzurlu görünüyordu. Sabahın serinliği yerini öğleye geçişin ılıman haline bırakmıştı. Kediler ve martılar duvar diplerine bırakılmış yemleri paylaşıyor, kargalar bu paylaşımdan kendilerine de pay düşecek mi merakıyla olan biteni izliyordu. Her zaman döndüğüm sokağı es geçip ilerledim. Yeni sokak, yeni binalar, yeni yüzler... Tek sokak değiştirince bile karşıma çıkanların farklılığı şaşırttı. Yürümeyi sürdürdüm. Güneş yükselirken bulutsuz gökyüzü alabildiğine maviydi. Karşılaştığım insanların kiminin yüzü tanıdık gelse de bir çoğunu ilk kez görüyordum. Oysa sadece bir sokak değiştirmiştim. Sokağın sonundaki kafenin bahçesinde yaşlı bir çift sabah kahvesi içiyordu. İkisi de sokağa dönük, yan yana san...
1995 senesinden kalma bir film, The Net. Şirketlerde CRT monitörlü bilgisayarların, otomobillerde araç telefonlarının kullanıldığı günlerde çekilmiş. Bir distopya denilebilir sanırım. Tüm "sistemi" ele geçirmek üzere planlar yapan "kötüler" ile bu işe tesadüfen bulaşan, bilgisayarının başında yaşayan, insanlarla iletişimi zayıf ama kendisi güzel kadının macerası. Sonu, ilk sahnesinden belli olan Hollywood klişeleri ile dolu, mısır patlağı gibi bir film. Mısırı yerken, filmi izlerken keyif veriyor, sonrası ise pişmanlık... Gereksiz alınan kaloriler, gereksiz geçen zaman. Peki ben neden seneler sonra The Net (dilimize İnternette Av olarak çevrilmiş) filmini izledim? Yanıtı basit aslında. Mısır severim, pişmanlık duymam.