Gölgeleri oldum olsası sevdim. Işığın somut göstergesi gibi geldi bana. Işığın yönüne ve şiddetine göre değişmesini, hayatın farklılaşan akışına benzettim. Uzayan kısalan, koyulaşan belirsizleşen gölgeler... Gölgelerin bu suskun ama etkili varlığı çağrışımlar yaptı ömrüm boyunca. Kökenleri çocukluk yıllarıma kadar uzanıyor belki. Ağaçların uzayan gölgelerini izlerken fark etmiştim ışığın ve karanlığın birbiriyle oyununu. Her gölgenin, öyküsü başkaydı; kimi dinginlik, kimi merak, kimi endişe içerirdi. Sessiz sinema gibi, sözsüz öyküler, giz ile görünen arasındaki ilişkiyi mi yansıtıyor acaba? Gölgelerin etkileyici olmaları biraz da bu yüzden sanırım, hayal gücümüzü işe koymaları. Görünen ile giz arasını doldurması bize kalıyor.
1995 senesinden kalma bir film, The Net. Şirketlerde CRT monitörlü bilgisayarların, otomobillerde araç telefonlarının kullanıldığı günlerde çekilmiş. Bir distopya denilebilir sanırım. Tüm "sistemi" ele geçirmek üzere planlar yapan "kötüler" ile bu işe tesadüfen bulaşan, bilgisayarının başında yaşayan, insanlarla iletişimi zayıf ama kendisi güzel kadının macerası. Sonu, ilk sahnesinden belli olan Hollywood klişeleri ile dolu, mısır patlağı gibi bir film. Mısırı yerken, filmi izlerken keyif veriyor, sonrası ise pişmanlık... Gereksiz alınan kaloriler, gereksiz geçen zaman.
Peki ben neden seneler sonra The Net (dilimize İnternette Av olarak çevrilmiş) filmini izledim? Yanıtı basit aslında. Mısır severim, pişmanlık duymam.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız denetimimden geçtikten sonra yayınlanacak. Beğenmediklerinizi hakaret içermeyen şekilde ifade edin lütfen.