Metrodan çıkmak için yürüyen merdivene adımımı attığımda, dışarıda beni nelerin beklediğinden haberim yoktu. Okula, işe yetişme telaşında olanların kalabalığı bitmiş, toplu ulaşım, acelesi olmayanlara kalmıştı. Merdivenin son basamağını geldiğimde sokak sakin ve huzurlu görünüyordu. Sabahın serinliği yerini öğleye geçişin ılıman haline bırakmıştı. Kediler ve martılar duvar diplerine bırakılmış yemleri paylaşıyor, kargalar bu paylaşımdan kendilerine de pay düşecek mi merakıyla olan biteni izliyordu. Her zaman döndüğüm sokağı es geçip ilerledim. Yeni sokak, yeni binalar, yeni yüzler... Tek sokak değiştirince bile karşıma çıkanların farklılığı şaşırttı. Yürümeyi sürdürdüm. Güneş yükselirken bulutsuz gökyüzü alabildiğine maviydi. Karşılaştığım insanların kiminin yüzü tanıdık gelse de bir çoğunu ilk kez görüyordum. Oysa sadece bir sokak değiştirmiştim. Sokağın sonundaki kafenin bahçesinde yaşlı bir çift sabah kahvesi içiyordu. İkisi de sokağa dönük, yan yana san...
Okumaya başlayıp, sayfalar ilerledikçe okumayı yavaşlattığım çok kitap oldu bugüne kadar. Kimisi sarmadı, kimisini okurken farklı işler girdi araya. Biteceğini bildiğim için okumayı yavaşlattığım ilk roman Dünya Ağrısı.
Her romanın bir zamanı var gibi geliyor bana. Bu romanı başka bir ruh hâli ile okusam, gene bu kadar etkiler miydi beni, sanmıyorum. Benim de "dünya ağrım" mı var, emin değilim. Dışarıdan bakıldığında herşey yolunda gibi görünüyor ama öyle mi gerçekte?
Neredeyse hiç okuyucusu olmayan bir blog yazıyorum, hem de 18 seneden fazla zamandır. Neden? Nedir bu boş çabaların sebebi? Bu, kimsenin okumadığı ve önemsemediği blogda, 400'ün üzerinde kitap notu var. Kimi uzun, kimi kısa. Neyse, bildiğimi yapmaya devam edeyim, kimsenin okumayacağı yeni bir not karşınızda...
Blogun okuyucusu olan tanıdıklar biliyor, ömrümün neredeyse tamamı Ankara'da geçti. 18 aydır ise İstanbul'da yaşıyoruz. Ankara'ya dair blogda çok yazı var. İstanbul'a taşınınca beni en çok üzen, kitap ve hayat üzerine sohbetleriyle günümü güzelleştiren arkadaşımdan ayrılmak oldu. Hayat, her kitabı okuyacak kadar uzun değil. Bu yüzden kitap önerileri, benim için çok kıymetli. İstanbul'a taşınınca, deyim yerindeyse, sudan çıkmış balığa dönmüştüm. Neyse ki çalıştığım iş yerinde elimde kitap gören bir arkadaş önerilerde bulunmaya başladı. Bu sayede Barış Bıçakçı ve Nermin Yıldırım'ın eserlerini tanıdım. Ayfer Tunç da aynı arkadaşımın önerisiydi.
Sonunda Dünya Ağrısı üzerine yazmaya başlıyorum. Sizlere bir kaç yazar ve bir kaç film sıralayacağım. Albert Camus, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Hermann Hesse romanlarını ve Nuri Bilge Ceylan'ın Mayıs Sıkıntısı, Ömer Kavur'un Anayurt Oteli, Wim Wenders'ın The Million Dollar Hotel (Sırlar Oteli) filmlerini sevdiyseniz Dünya Ağrısı'nı da elinizden bırakamadan okuyacaksınız demektir.
Ayfer Tunç, edebi süslerle bezeli cümleler kurmak yerine kısa ama vurucu bir tarz ile yazmış. Romanı, bir taşra kentinde babadan kalma oteli işleten Mürşit'in anlatımıyla okuyoruz. "Mürşit" isminin seçimi, romanın ilerleyen sayfalarında daha da anlamlı hâle geliyor. Hayat ağrısını çeken Mürşit, otel müşterilerinden, altın madeninde çalışan mühendis, ki adının Uzay olduğunu ilerleyen sayfalarda öğreneceğiz, ile her gece içiyor. Bu gecelerde ikisinin de içinde geçmeyen ağrının sebepleri olduğunu öğreniyoruz. Okuma zevkini bozmamak adına budan başka bir bilgi paylaşmayacağım romana dair.
Babalar ve oğullarının insanlık tarihi kadar eski mücadelesi, Alevilerin dışlanmışlığı, birarada yaşamanın yolu olarak adını ve etnik kökenini gizleme yolunu seçmiş komşular, kendi sorunuyla tüm ömrünü çürütüp çocuğunun dertlerini görememe, hiç üzerinde konuşulmayan ancak sanıldığından da sık yaşanılan ensest... Liste daha da uzatılabilir ama bir yerde bırakmam gerek. Dünya Ağrısı, bu saydıklarımın tümüne değiniyor.
Can Yayınları, romanın başında tanıtım amaçlı kısa alıntılar yapılabileceğini belirtmiş. Bu bilgiye dayanarak aşağıdaki iki kısa alıntı ile bu notu sonlandıracağım. Ülkemizin güney doğusunu yıkan depremin şoku üzerimizde. Ruhumu enkaza dönüştüren sarsıntıyı nasıl atlatacağımı bilemiyorum. En doğrusu gene sanata sığınmak sanırım.
"Mürşit için otuz küsur yıldır her gün, hiçbir şey olmadan, hiçbir şey yapmadan geçiyor. Bazen hayatını altüst eden şeyler oluyor ama çoğunlukla bir şey olmuyor. Düşünüyor, suçluluk hissinin dışında omuzlarını ezen şey doğuştan gelen ataleti, yıllardır hiçbir şey yapmadan öylece oturmanın yorgunluğu. Bedeni oturuyor ama kafasının içi kaynıyor, yorgunluktan beyninin duvarları yıpranıyor. Madenci'yle paylaştığı bir büyük rakının başına geçince biraz rahatlıyor ancak. Hayat zaten manen bir yük, bir de her gün para sıkıntısı ekleniyor buna.
"Keşke karımın sevgisini minnetle kabul edecek kadar normal bir adam olabilseydim diye düşünüyor. Ama her sabah alıp başını gitmek niyetiyle uyanıp ancak iki yüz metre gidebilen, gecelerini puslu ve soğuk bir gökyüzünün altında, kederinden ölecek bir madenciyle rakı içerek geçiren ve kendi ölümünü hayal ederek zamanını tüketen bir adama normal denemez. Ruhu kanser oldu çoktan ama ölemiyor, bedeni içtiği onca sigara ve içkiye rağmen öküz gibi sağlam."
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız denetimimden geçtikten sonra yayınlanacak. Beğenmediklerinizi hakaret içermeyen şekilde ifade edin lütfen.