Gölgeleri oldum olsası sevdim. Işığın somut göstergesi gibi geldi bana. Işığın yönüne ve şiddetine göre değişmesini, hayatın farklılaşan akışına benzettim. Uzayan kısalan, koyulaşan belirsizleşen gölgeler... Gölgelerin bu suskun ama etkili varlığı çağrışımlar yaptı ömrüm boyunca. Kökenleri çocukluk yıllarıma kadar uzanıyor belki. Ağaçların uzayan gölgelerini izlerken fark etmiştim ışığın ve karanlığın birbiriyle oyununu. Her gölgenin, öyküsü başkaydı; kimi dinginlik, kimi merak, kimi endişe içerirdi. Sessiz sinema gibi, sözsüz öyküler, giz ile görünen arasındaki ilişkiyi mi yansıtıyor acaba? Gölgelerin etkileyici olmaları biraz da bu yüzden sanırım, hayal gücümüzü işe koymaları. Görünen ile giz arasını doldurması bize kalıyor.
Nermin Yıldırım'ın kitabını okuduğumu gören bir iş arkadaşım önerdi adını ilk olarak. Ardından sendikanın edebiyat dergisi için gönderdiğim öykümü okuyan, derginin editörü arkadaş - yoldaş. Mutlaka okumalısın, Ankara'da geçen romanları var, Dostoyevski gibi kalemi...
Kimi yazarları geç fark ediyorum. Benim hatam elbette, yazarların ya da yayıncıların bu konuda yapabileceği bir şey yok. Barış Bıçakçı da geç fark ettiğim yazarlardan.
Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra, uzun sayılabilecek bir isim. Oysa kendisi bir roman için fazlasıyla kısa. Bu nedenle, roman yerine kısa roman ya da novella deniliyor türüne.
Birbirini tamamlayan kısa öykülerden oluştuğunu da düşünebiliriz Bıçakçı'dan okuduğum bu ilk eseri. İlk öyküde, novellanın tümünde izlerini, sebeplerini aradığımız intiharı öğreniyoruz. Bu bakımdan Gabriel Garcia Marquez'in Kırmızı Pazartesi adlı romanını anımsatıyor.
Süslü cümleler, edebi sanatlar yok Bıçakçı'nın kaleminde. Daha ziyade duru bir anlatım var. Her şey olması gerektiği için oluyor, başka türlü olma olasılığı da yok zaten. Her sonucun tek bir sebebi de yok.
Novellayı oluşturan öykülerin kimi bir kaç sayfa sürüyor, kimisi ise sadece yarım sayfa. Her birinde farklı anlatıcılar var. Dikkatli okuma gerektiriyor, öykünün tamamı anlatılmıyor, karakterler anlatı içindeki rollerini kendi sıraları geldiğinde anlatıyor. Zaman içinde dolaşmalar da var. Novella zamanı, düz bir çizgide ilerlemiyor. Geri dönüşler, anıları hatırlamalar ile yapıldığı gibi kimi öykülerde doğrudan olayın geçtiği zamana dönüyor novellanın zamanı.
Okurken Sen, Ben, Lenin adlı film geldi aklıma. Filmi izlediğimde senaryosu ve kurgusunu çok beğenmiştim. Barış Bıçakçı'nın kaleminden çıkan bir hikâyesi varmış. Sonra bakarken, izlediğimde çok etkilendiğim İşe Yarar Bir Şey adlı filmin senaryosunun da Barış Bıçakçı'ya ait olduğunu öğrendim. Yani böyle bakınca, aslında Barış Bıçakçı'nın kaleminden çekilen filmler aracılığıyla bir tanışıklığımız varmış.
Geç kalmış olsam da fark etmekte, arayı kapatacak bir kütüphane üyeliğim var. Onu da bir başka yazıya bırakayım...
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız denetimimden geçtikten sonra yayınlanacak. Beğenmediklerinizi hakaret içermeyen şekilde ifade edin lütfen.