Ana içeriğe atla

Öykü / Esra

ESRA

Dur be kedicik, tamam mama istiyorsun ama artık kocaman oldun, öyle atlanmaz uyuyan insanın tepesine. Hem daha güneş bile doğmamış, nasıl bu kadar acıkmış olabilirsin. Yatmadan koymuştum mamanı. Anlaşıldı, sen sıkılmışsın. E, yok öyle hem uyandırıp hem tırmalamak.

Pamuk gibiyim galiba ben de. En azından Serdar öyle diyor. Kediye benzemişim kediyle senelerce birlikte yaşadığım için. Salak şey. Erkeklerin hepsi salak mı yoksa karşıma hep salaklar mı çıkıyor?

Babam demişti liseye geçtiğimde. Bak kızanım, artık büyüyorsun. Erkesler biz gibi olmaz. Seni üzerler, kızdırırlar, aldırma unlara. Takma kafana iç birini. Sen doğru bildiğin gibi yaşa. Biz seni doğru yetiştirdik, baktın bir şeyler ters, anna ki karşındaki ters. Söz ver bakam, takmayacan kafana tokadan başkasını. Söz mü?

Söz demiştim ve çok gülmüştüm. Takmadın kafama tokadan başkasını o günden bu yana.

Şarköy gibi değil elbette ülkenin tümü. Hele Ankara… Bozkırın ortasına ilk geldiğim günü unutamam. Ankara’da denizin olmadığını biliyordum ama bu kadar kuru bir ayazın olacağını beklemiyordum doğrusu. Daha ekim ayında, götüm donmuştum gece dolaşmaya çıkınca. Sonraki seneler de alışamadım, hoş şimdi alıştın mı desen, yalan yok hâlâ alışamadım.

Neyse artık sefil öğrencilik yılları bitti, babamı mutlu edemesem de öğretmen oldum. Gerçi babam lise 2’de kabullenmişti bende matematik kafası olmadığını. Kolay olmadı elbette, tek kızanının doktor olmasını çok istiyordu. Annenle bana kim bakacak yaşlanınca. Yaşlandıklarını göremeyeceğimi nereden bilecek. Hayatın hesapla yaşanmaması gerektiğini öğretti o saçma sapan kamyon. Hem ters şeritten gel, hem farın yanmasın. Zavallılar, ikisi de hastaneye yetişemeden öldü.

Madem sabahın köründe uyandım şu geçen çektiğim fotoğrafları düzenleyeyim. Ankara’nın en sevdiğim yanı AFSAD, adı ters geliyor bana hâlâ: Ankara Fotograf Sanatçıları Derneği. Ben de büyük usta Ara Güler gibi fotoğrafın sanatı da sanatçısı da olmaz diyenlerdenim. Ne işin var adını bile sahiplenmediğin dernekte diye sorabilirsiniz. Yanıtım belli, Tarık. Üniversiteden dönem arkadaşımdı, sonra sevgilim oldu. O birinci sınıftayken gitmiş AFSAD kursuna. Sonra aday üye, sonra atölyelerde çalışmalar derken portfolyosunu hazırlamış ve üye olmuş. O kadar hayrandım ki Tarık’a, fotoğrafa olan sevgim mi beni Tarık’a yöneltti yoksa Tarık’a aşkımdan ötürü mü fotoğrafa bu kadar düşkün oldum bugün bile emin değilim. Gerçi hayatımda Tarık yok artık ama fotoğrafa devam ediyorum. O da sonradan hayatıma girecek erkekler gibi çıktı. Herşey iyi güzel giderken, seni ailemle tanıştırayım. Benim tanıştıracak bir ailem olmadığı için mi bu aile ile tanışma önerilerine böyle mesafeliyim diye çok sordum kendime. Sorun senden değil bende muhabbetine ben de kıl olurum ama bu durumda söyleyebileceğim başka bir şey olmuyor. Her genç kızın rüyasıdır sanırım, iş güç sahibi olduktan sonra sırada evlilik, ardından çocuk sahibi olmak ve sonra onları büyütmek, onlar büyüyünce kalan hayatını yaşamak… Bu döngüyü kırmak istiyorsan zinciri, neresinde kopartmalı. Belki evlenip, ben çocuk mocuk istemem demek gerek. Ben onun yerine baştan kopsun istiyorum, evlenmem diyerek. Hatta beni ailenle de tanıştırma. Ne yapacağım ben senin ananı babanı. Onlarla tanışmam demek, gelin adayıyım, iyi bakın bana demek ile aynı şey. Ben gelin olmak da istemiyorum.

Bu kafada birisini bulsam süper olur, aslında bu kafada, yani evlenmek falan istemeyen erkekler var etrafta. Ama onların durumu biraz farklı, onlar hali hazırda evliler… Hayat bu, bakarsın bu okulda bir şeyler farklı olur. Adı bile güzel, Seyranbağları Lisesi. Adında bağ geçtiğine göre kötü bir yer olamaz. Ah bu benim Şarköylülüğüm, adına bakıp seçtim okulu. Sadece adı değil, Ahmetler’de oturunca yürüyerek gidebileceğim bir okul olması da seçimimde rol oynadı. Abidinpaşa Lisesi’nden sonra bana iyi gelecek. Oraya da kolay gidip geliyordum, iyi arkadaşlarım ve ilgili öğrencilerim vardı gerçi.

Madem bugün okulda ilk günüm ve madem erken uyandım, fotoğraflarla uğraşmak yerine hazırlanıp çıksam mı acaba? Önce Yüksel Caddesi’nde biraz yürür sonra okula giderim.

 

Yorumlar

Son haftanın en çok okunan 10 yazısı

vapur

Hafta içi aynı saatte biniyor o da vapura. Nerede çalışıyor bilmiyorum. Aslına bakarsanız, çalışıyor mu ondan da emin değilim. Tek bildiğim Beşiktaş - Kadıköy vapurunda, hafta içi her akşam karşılaştığımız. 18.15 vapuruna binince ilk işim bir kat üste çıkıp büfe sırasına girmek. Hep aynı şeyi sipariş ediyorum, sade kahve ve sade soda. Boş olduğu sürece aynı yere oturuyorum.  Hayatım olanca tekdüzeliği ile akıp giderken fark ettim varlığını. Önce büfe sırasında, sonra kahvemi ve sodamı alıp oturduğum cam kenarındaki kanepenin çaprazında. Hiç selamlaşmadık belki ama onun da beni fark ettiğini düşünüyorum. Bir kaç kez büfe sırasında benden sonra sipariş verirken, aynısından dediğini duyduğumda gülümsemiş, onun da gülümsediğini görmüştüm. Bu sıcak gülümseyişlere karşın konuşmamıştık.  Kadıköy'de inince nereye doğru gittiğine bakmadım hiç. İnsan selinin içinde kaybolduk her seferinde. Ben çarşının içinden geçip Moda'ya doğru giden sele kaptırıyordum kendimi. Bazen metro alt geçidin...

Yaylapınar (Sinekçiler) Köyü Nazilli tatili

Yazılacaklar birikti, bu gidişler birikmeye devam edecek. Üst üste gelince seyahatler, okunanlar, teknik gelişmeler böyle oluyor. Yavaş düzgündür, düzgün ise hızlı deyip başlayayım bir yerinden.  Geçtiğimiz haftanın 6 gecesini, Aydın'ın Nazilli ilçesinin, eski adıyla Sinekçiler, Yaylapınar köyünde geçirdik. Ne ben, ne de eşim Nazilli'li. Oralarda yaşayan akrabamız da yok. Peki nasıl oldu da bir köyde kaldık 6 gece. Pınar Kaftancıoğlu sayesinde. Kendisini büyük şehirlerde, özellikle İstanbul'da, yaşayan çocuk sahipleri tanıyacaktır. Ayşe Arman'ın söyleşisinden sonra tanıyanlar ve alış veriş yapanların sayısında ciddi artış olmuş. Siz tanımayanlardansanız İpek Hanım'ın Çiftliği'nin web sayfasına bakmanızı ve yazının geri kalanını sonra okumanızı öneririm.  Kaftancıoğlu, bana kalırsa ülkemiz için uygulanabilir bir kalkınma modeli oluşturmuş. Ülkemiz, her ne kadar son dönemlerde ihmal edilmiş olsa bile, bir tarım ülkesi. Tarıma elverişli topraklara ...

olta

"Bakalım bugün oltamıza ne vuracak?" "Yemleri düzgün taktıysan, bir de şansın yaverse dünkünden çok balık alırız." Balık tutarken tanışıp arkadaş olduklarından bu yana ne kadar zaman geçti, sorsan ikisi de hatırlamaz. Son bahardan ilk bahara, neredeyse her gün, aynı saatte aynı yerde oltalarını sallıyorlar.  Yazının başına eklediğim konuşma hayali. İşin doğrusu, hiç yanlarına gitmedim.  Onları uzaktan seyrediyorum nicedir.  Evimin balkonundan, geldikleri yolu da olta attıkları kayalıkları da görebiliyorum.  Ben de gitsem yanlarına diye düşünüyorum arada. Belki yarın... Bugün geçsin hele.  Dün de aynısını söylediğimi hatırlıyorum. Yarın bu yazımı okurken, bir sonraki gün de benzer bir düşüncem olacağını biliyorum.  Bazı şeyler değişirken kimileri aynı kalıyor. Aynı kalması için hiç bir sebep yokken.

kaybolmak

Bu havada yapılacak en iyi şey yürümektir. Ne bunaltıcı bir sıcak, ne üşüten bir soğuk. Güneş, bulutların arkasında kalmış. Sonbaharın kışa yaklaştığı bugünlerde, bulut arkasında bile olsa havanın serinliğini dengeliyor sıcaklığı ile.  Yürürken düşünmek hoşuma gidiyor. Diyeceksiniz ki otururken düşünemiyor musun? Belki size garip gelecek ama yanıtım evet. Otururken, araba kullanırken, etrafta iletişim kurabileceğim birileri varken düşünemiyorum. Daha doğrusu düşüncelerim arasında dolaşamıyorum. Oysa yürümek, düşünceler denizinde kaybolmak için birebir.  Sabah, pencereyi açıp havayı görünce, işte dedim, kaybolmak için güzel bir gün. 

boşluk

"Bak ne yaptım, piramidi avucumun içine sığdırdım."   Benzeri milyon kez çekilmiş bir fotoğrafı kendi telefonuyla da kaydetmiş olmanın anlamsız gururu ve mutluluğu sesine yansıyordu. Bak diye seslenmişti ama seslendiği yerde boşluk dışında bir şey yoktu.  Hayatının tümünü kaplayan büyük boşluk. Oysa aşıklar kentine yalnız gelmek değildi planı. Bu hafta çok farklı geçecekti.  Nikahın ardından balayı için geleceklerdi Paris'e. Kalacakları oteli iki ay öncesinden ayarlamıştı. Bir haftalık tatilde gezecekleri yerleri belirlemişti gün gün, hatta saat saat.  Şimdi avucunun içine sığdırdığı piramidin yerinde sevgilisinin eli olabilirdi.  Eğer nikaha bir saat kala, bu iş olmayacak, ben vazgeçtim demeseydi.

Kocadağ At Çiftliği Kocadağ Köyü / Havran

Deniz, kum, güneş tatilinden sıkıldıysanız ve Edremit körfezi civarındaysanız size süper bir alternatif: At binmek. Edremit'ten Balıkesir'e giden yol üzerindeki şirin ilçe Havran'ın Kocadağ köyünde bu mekan. Henüz dört yaşında olan iki(z) kızlarımız çok keyif aldılar at binmekten. Altınızda sizden epey güçlü b ir hayvan varken dengede durmaya çalışmak, yorucu bir o kadar da keyifli bir uğraş. Eğer hayatınızda at binmeyi hiç denemediyseniz, emin olun deneyince siz de kabul edeceksiniz, çok şey kaçırmışsınız demektir.    Kocadağ At Çitfliği'nde at binmenin yanı sıra lezzetli mutfağını da deneyebilirsiniz. Mantı, haşlama içli köfte, ızgara köfte ve elbette demleme çay. Fiyatlar derseniz bu konuda ucuz / pahalı yorumu yapmak istemiyorum. Bunun yerine bir kaç seçtiğim ürünün fiyat bilgisini paylaşacağım. Ancak, öncelikle sipariş edeceğiniz yiyeceklerin hepsinin büyük bir özenle hazırlanıp, aynı özenle servis edildiğini belirteyim. Biz mantı, içli köfte, ızgara hellim ve ...

Yabancı dil öğrenmek üzerine: DuoLingo deneyimimim

kızımın çizgileri Ülkemizin kanayan yaralarından birisidir sanırım, yabancı dil öğrenmek. Onlarca kurs, yüzlerce kitap, saatlerce ders ve sonuç: anlayan (en azından anladığını düşünen) ve konuşamayan kişiler... Bir yerlerde bir sorun olduğu kesin, ama nerede? Farklı zamanlarda, 3 kez Fransızca kursuna gittim. İlk seferin ardından, aslında bir temel bilgim olmasına karşın, her seferinde en baştan başladım, hiç bilmiyormuşum gibi. Ne yazık ki kurslarda öğrendiklerim kalıcı olamadı. Şimdilerde, 70 gündür, her sabah DuoLingo ile çalışıyorum. Ücretsiz ve arada çıkan reklamlarla devam eden sürümünü kullanıyorum. Eminim farklı online dil kursları da vardır. Online platformda, kurslarda olmayan ne var diye düşününce bir kaç şey tespit ettim. Belki sizlerin de işine yarar diye paylaşıyorum: Yabancı dil öğrenmek, sürekli ve kesintisiz tekrar gerektiren bir süreç. Kurslar, sadece haftanın belli günleri, bir kaç saat için ve çoğunlukla, günün en yorgun olunan akşamlarında oluyor. ...

Anıttepe, sokaklar, anlamlar

Ankara, ne yazık ki, içerisinden su geçen şehirlerden değil. Aslında daha doğrusunu söylersem, içerisinden geçen suların üzerini kapatıp yok eden bir kent. İncesu deresi, Kavaklı dere, Ankara çayı hep üzeri kapatılıp, halının altına süpürülen tozlar gibi gözden ırak tutulup unutulmuş kent suları. Hal böyle olunca Başkent, akar suyun kente sağlayacağı güzelliklerden yoksun. Neyse ki arayan için gizli güzellikler barındırıyor.   Anıttepe, bu gizli güzellikleri saklayan semtlerden. Anıtkabir, yılın her mevsimi caddelerden eksik olmayan turist otobüsleri, resmi bayramlarda protokol için kapatılan yollar, son dönemde sıklıkla düzenlenen mitinglere ev sahipliği yapan Tandoğan meydanı, Çankaya Belediyesi'nin  konserlerinin mekanı Anıtpark Anıttepe denildiğinde ilk aklıma gelenler. Ve tabii, geçenlerde bir yarışmada soru olarak da yöneltilen sokak isimleri: Ordular, İlk, Hedef, İleri, Ata ve Akdeniz caddesi.    Anıtkabir'in sınırını oluşturan 3 cadde bulunur: Gen...

bir kez daha, nedir bu sayısal karasal televizyon?

Blog sayfamda DTT etiketiyle yayınlanmış 100'e yakın içerik bulunsa da, geçenlerde buluştuğumuz lise arkadaşlarımın sorusu üzerine, bir kez daha yazmaya karar verdim. Bilenler, okumadan geçebilir. Bilmeyenler ve sektörün uzağındaki kişiler düşünülerek hazırlanmış bir yazıdır.  Soru - yanıt şeklinde kurgulanmış yazılarımın daha çok okunduğu gözlemi üzerine, buyurun sık sorulan sorularla Sayısal Karasal Televizyon: Şimdi tam olarak neden bahsediyoruz? Çanak ile izlediğimiz televizyon mu?

Televizyon Öldüren Eğlence / Neil Postman

Amerikalı yazar ve medya teorisyeni Neil Postman 'ın 1985'te kaleme aldığı ünlü eseri Amusing Ourselves to Death, Osman Akınhay'ın çevirisi ile  Ayrıntı yayınlarından  çıkmış. İlk baskısı 1994 yılında yapılan kitabın benim okuduğum 2010 yılında yapılan 3. baskısıydı. Geniş kaynakça ve dizini ile birlikte 195 sayfalık kitap iki ana bölümden oluşuyor. İlk bölümde televizyona gelinceye kadar iletişim dünyasının geçirdiği evreler ve her yenilik ile günlük yaşamdaki değişiklikler irdeleniyor. İnsanların sadece yakın çevrelerinde olup bitenden haberdar oldukları, şehrin, ülkenin ve dünyanın geri kalanından bihaber oldukları dönemleri hayal etmek bile zor günümüzde. Telgrafın keşfiyle işler değişmiş. 27 Mayıs 1844'te Amerika'da ilk telgraf hattının kurulmasından yalnızca dört yıl sonra Associated Press'in kurulmasıyla "bütün ülkede hiçbir yerden gelmeyen, özel olarak hiç kimseye hitap etmeyen haberler ağır basmaya başladı" (s.80) Postman, günümüzden 2...