Aşağıda okuyacağınız öykü denememi 2019'da yazmaya başlamıştım. Her ilk roman / öykü gibi yazarın kendi hayatından izler taşıyan bu ilk metni eleştirel gözle okuyup, yorumlarınızı paylaşmanızı diliyorum. Kim bilir belki ileride,
evet evet ilk yazdığı Ali Bey adlı öyküyü okumuş ve hatta yorumumu yazmıştım. Şimdi ünlü bir yazar olduğuna bakma, o zaman yorumda yaptığım eleştiriyi dikkate almasaydı bu kadar çok dile çevirmezlerdi yazdıklarını,
dersiniz :)
ALİ BEY
Ali Bey, iki çocuklu, orta yaşlı, dökük saçlı ve az
göbekli bir ademoğlu. İşe gidiş ve eve dönüş saatleri değişmeyen, her sabah
aynı duraktan bindiği servisten her akşam aynı durakta inen, masa başında bir
takım yazıların hazırlamasından ibaret beklentileri, büyük
başarı ile karşılayan Ali Bey, hep dertlenip durmasıyla
ünlü. Bugüne kadar dertlenip durduğu konuları/sorunları değiştirmek için bir
önerisini duyan olmamış. Ali Bey, hep erteleyip durduğu şeylerin büyük
çoğunluğunu zamansızlık yüzünden
yapamadığını düşünür. Ah şu zaman sorununu bir çözebilse, neler neler
yapacaktır ama işte, zamansızlık. İş nasıl diye
soranlara, koşturmaca,
diye yanıt verse bile aslında bırakın koşturduğunu, hızlı yürüdüğünü bile gören
yoktur.
İyi bir üniversitenin iyi bir bölümünden mezun
olmasını, her yeri geldiğinde, hatta çoğunlukla yeri gelmediğinde de,
vurgulamayı sever. Aradan yıllar geçmiş olsa bile üniversite sınavında hangi
testten kaç doğru yaptığını unutmamıştır. Mesleki gelişimini, işe başladığı ilk
yıllarda öğrendikleriyle sınırladığından, farklı bir işe geçme olasılığı, uzaya
giden ilk Türk olma olasılığı kadardır.
Hikâye işte bu Ali Bey'in bir sabah vaktinden önce uyanması ile başlar:
Sabahın
kör karanlığında ne yapacağını bilemeden sağına soluna bakıp durdu bir süre.
Biraz daha uyusam iyi olacak diye gözlerini kapatsa bile, başaramadı yeniden
uykuya dalmayı. Ayak ucuna basarak ve olabildiğince az gürültü çıkartarak
salona gitti. Sehpanın üzerinde duran "okunacak kitaplar yığınından"
bir tanesini çekti ve koltuğuna kuruldu.
Saate baktığında, çocukları uyandırma vaktinin
geldiğini görüp şaşırdı. İki saat boyunca televizyon sesi, komşu gürültüsü,
sokak bağrışmaları olmadan kitabını okumuştu.
Servis, evine yakın bir duraktan geçip, diğer
yolcularını aldıktan sonra, evine uzak bir durağa uğrayıp iş yerine gidiyordu.
Ali Bey, evine en yakın durağa zor zahmet yürüyüp binerdi servise. O sabah,
kitap okuyabilmiş olmanın mutluluğu ile uzun yürümek istedi. Günlük işleri
arasından, "sabah haberleri izlenecek" maddesini silip yerine
"sabah yürüyüşü yapılacak"ı koydu.
Servise bindiğinde, uyandığından bu yana yaptıklarını düşünüp gülümsedi. Bir şeylerin değişmeye başladığını sezmenin verdiği heyecanla, kulaklıklarını taktı ve yolu izlemeye koyuldu.
İşyerine her zamanki saatte gelmiş olsa bile her
zamanki Ali değildi. Sebepsiz bir mutluluk vardı üzerinde. Sanki arefe günü
olduğu için öğlene kadar "çalışacak" sonra Kızılay'da dolanıp eve
gidecekmiş gibi hissediyordu. Oysa ne arefe günüydü ne de Kızılay'a
gidecekti.
Okuduğum kitabın etkisi olsa gerek diye
düşündü. Reenkarnasyon Kulübü adlı
sürükleyici bir romana başlamıştı. Kaan
Arslanoğlu'nu oldum olası severek okurdu zaten ama
bu son roman...
Olmayan işine başlamak
istedi. İşinin olmaması, işe başlamasına engel değildi. İşe başlamak demek,
masasına kurulup bilgisayarını açmaktan ibaretti. Bu ikisini birlikte yaptığı
sürece, işe başlamış sayılıyordu. Bilgisayarı açmadan, masada oturup kitap
okumak, istenmeyen bir davranıştı. Bilgisayarı açıp kütüphaneye gitmek de aynı
şekilde hoş görülmezdi. Masanın başında ve bilgisayarın karşısında olduğu
sürece ne yaptığı kimsenin umrunda olmuyordu.
Acaba reenkarnasyon gerçek mi? Gerçekse eğer, bir
önceki hayatımda kimdim? Bir sonrakinde kim olacağım? Hep bu roman yüzünden
karışıyor kafam.
"Bir garip görünüyorsun Ali Bey bu sabah.
Hayırdır inşallah?"
Oda arkadaşı Cihan'ın söylediğini duymamış, kafasında
aynı sorular dönüp duruyordu.
"Ali Bey, her şey yolunda mı?"
Bu kez daha yüksek sesle sordu Cihan.
"Ha, ne? Evet evet bu sabah her şey çok iyi ama
bir şey kafama takıldı. Sence reenkarnasyon gerçek mi?"
"Nereden çıktı şimdi bu? Hiç düşünmedim. Bence
bir hayatımız var işte, günü yaşamak en iyisi."
"Senden de böyle bir yanıt beklenir zaten.
Bekarlık sultanlıktır deyip gününü gün ediyorsun."
"E, Ali Bey, insanlar tercih ettikleriyle
varolur. Siz çoluk çocuğa karışmayı seçmişsiniz, ben hayatı yaşamayı."
"Boş laflara karnım tok, senin gibileri çok
gördüm. Onlarca sene böyle gezer tozar, yaş kemale yaklaşınca yalnız öleceğim
korkusuyla evlenirler. Sonra, bizlerin gençken yaşadıklarını elliden sonra
yaşamaya başlar..."
Aklından bunları geçirse de hiçbirisini söylemedi
Cihan'a.
Erken uyanmanın sonucu, öğlen olmadan esnemeye
başladı. Masanın başında oturmayı sürdürse, uyuya kalması işten bile değildi.
Kalkıp çay makinesine gitti. Makinenin yaptığı çayı hiç sevmese bile uyumak
için iş yeri hiç uygun bir yer değildi. Aslında, iş yerinde uyumaya kimsenin
bir şey dediği yoktu, kızılan ya da daha doğrusu kınanan gözler kapalı
uyumaktı. Gözleri açık olduğu sürece uyumak serbestti.
Gözleri açık, bilgisayarında akan görüntülere bakarken
saatin bu kadar ilerlediğini fark etmedi. Cihan'ın seslenmesiyle irkildi:
- Abi, haydi gidelim, servise gecikeceksin.
Servis, kafasını kaldırıp duvardaki saate baktı. Öyle
ya, servis saati gelmiş. Demek ki bugün de bitti.
- Sen çık Cihan. Bizim servis geç geliyor bu aralar.
Seni geciktirmeyeyim. Belki Kızılay'a uğrayacağım zaten.
- Peki abi, yengeye saygılar, çocuklara selamlar.
- Eyvallah, söylerim.
Sevinç duysa sinir olur, yenge,
nereden yengen oluyorum diye.
Sevinç, arada takılsam bile Sev - İnç diye, eskisi
kadar komik gelmiyor ikimize de. İlk tanışmamızda, bir
de erkek kardeşin vardır kesin Erinç adında demiştim.
Okuldan gelmiş, çocukları karşılamış ve yemeklerini yedirip ödevlerinin başına
oturtmuştur çoktan. Sabahtan akşama okuldaki öğrencilere sesini duyurmaya
çalışmaktan bunalmış, bitmek üzere olan sabrını, çocuklarını iyi yetiştirmek
uğruna harcayan fedakâr Sevinç Hocanım.
Servise doğru yürürken, evi düşünüyordu. Pek cazip
görünmedi, aklına gelen manzara. Telefonunu arka cebinden çıkardı.
- Anne, telefonun çalıyor.
- Anne, duymuyor musun, telefonun çalıyor.
- Bas bas bağıracağına baksana yavrum.
- Anne babammış arayan. Alo, babacığım... Aaa, sana
çok önemli haberlerim vardı, artık gelince konuşuruz.... Geldiğinde uyumuş
olursam da iyi uykular öpücüğünü unutma olur mu?... Annem mutfakta dur ona
vereyim... Peki, o zaman, çok öpüyorum.
- Anne, babam Kızılay'a uğrayıp gelecekmiş.
- Peki yavrum.
Sevinç, günün yorgunluğunu katlayan son haber ile
enerjisinin çekildiğini hissetti.
Bir işe yarayacak ya, hemen kaybolur ortalıktan. Oysa
bu akşam çocuklara matematik çalıştıracaktı. Sabahtan akşama elalemin
çocuklarına bir şeyler anlatabilmek için canım çıkıyor, adam oturmaktan
yoruluyor. Akşam olunca, eve bile gelmiyor beyefendi. Ah, ah... Arkadaşlarım
demişti bu Ali'den baba olmaz diye ama işte gençtik, yaptık bir hata.
Kızılay’a geldiğinde nereye gideceğini
biliyordu Ali. Mülkiyeli olmasa bile Mülkiyeliler Birliği’nin lokali Yüksel
Caddesi’nde sakince oturup birasını yudumlayabileceği, rahatsız edici müzik
çalmayan ve şanslı günündeyse bir iki arkadaş görüp sohbet edebileceği bir
mekândı. Bu kez de öyle yaptı. Kapıda bekleyen görevliye sanki mekânın
müdavimiymiş gibi başıyla selam verip içeri girdi. Gide gele garsonları tanısa
bile ziyaretleri arasında aylar olduğu için garsonlar için tanıdık bir sima
değildi. İnsan sarrafı olmuş garsonlar Ali’nin bakışlarından ve tavırlarından mekân
müdavimi ağırlaması isteyen birisinin geldiğini anladı.
Şef garson Sedat, babacan bir tavırla,
-
Abi özlettin
kendini. Ne zamandır görünmüyorsun. Her şey yolundadır inşallah.
-
Valla haklısın Sedatçığım,
bu isimlikler de iyi oldu bu arada, yoksa yüzleri asla unutmam ama isimler hiç
aklımda kalmıyor.
-
Biz çok sevmedik
abi bu isimlik işini. Buraya gelenler hep tanır bizi, biz de onları. Yönetim
böyle istemiş. Bira alıyorum. Yanına patates de ister misin?
-
İyi olur Sedat.
Garson
gidince cebini yokladı. Naneli sakızının hışırtısını duyunca rahatladı. İki
tane atınca ağzına ne koku ne bir şey. Sevinç kesin kızar şimdi sakız olmasa.
Gerçi anlıyor bence ama ses etmiyor. Şu hayatta sosyalleştiğim tek yer burası.
Sabah
erken kalmak ve akşam içilen bira ile uyku iyice bastırdı. Metroya bindiğinde,
son durağa kadar gidecek olmanın rahatlığı ile, boş koltuklardan birisine
yığıldı. Sabahki enerjisinden eser kalmamıştı. Oysa iki saat kitap okuyup
servise başka bir duraktan binmenin hayatını değiştirecek adımların başlangıcı
olduğunu düşünerek heyecanlanmıştı.
Maratonlar
da ilk adımlarla başlamaz mıydı?
Son
durakta, yanında oturan gencin dürtmesi ile uyanan ve bir süre nerede olduğunu
anlamakta zorlanan Ali, ertesi sabah da erken uyanabilmek amacıyla hızlı
adımlarla evinin yolunu tuttu. Yürürken bir yandan kendine tekrar edip
duruyordu, maraton da adım adım koşulur…
İlk yorum yapan sıfatını kaptırmayım kimseye o halde... ileride, eserlerin basılınca öyküsüne ilk yorumu ben yapmıştım derim. Sabah elimde çayla,işten hemen önce, yerleşkedeki koruda, kuş sesleri eşliğinde okudum. Duru, sakin ve hayatın içinddn bir anlatım olmuş. Ali, bizden biri.
YanıtlaSilYorum için çok teşekkürler Merinci,
YanıtlaSilAli Bey kesinlikle bizden biri. Tanısanız seversiniz. Hatta bir müjde vereyim, Ali Bey adlı öykü her ne kadar tek başına okunacak şekilde kaleme alınmış, ya da daha doğru ifade ile bilgisayarda oluşturulmuş, olsa bile adı henüz belli olmayan bir "novella"nın başlangıç bölümü.
Daha açık ifade ile bir kısa roman var yolda. Çatısı kuruldu, cam çerçeve takılıyor. İnce işçilik sonrası yeni yılla birlikte hazır olur diye düşünüyorum...
Bildiğimiz biri, çok yakın,biraz sensin.
YanıtlaSilAnkaralı bir okur bu hikayede çok şey bulur. Kısaca memur hayatını özetlemiş, sempatik bir tarzı var.
Kitap hala bende :)
Metin