Metrodan çıkmak için yürüyen merdivene adımımı attığımda, dışarıda beni nelerin beklediğinden haberim yoktu. Okula, işe yetişme telaşında olanların kalabalığı bitmiş, toplu ulaşım, acelesi olmayanlara kalmıştı. Merdivenin son basamağını geldiğimde sokak sakin ve huzurlu görünüyordu. Sabahın serinliği yerini öğleye geçişin ılıman haline bırakmıştı. Kediler ve martılar duvar diplerine bırakılmış yemleri paylaşıyor, kargalar bu paylaşımdan kendilerine de pay düşecek mi merakıyla olan biteni izliyordu. Her zaman döndüğüm sokağı es geçip ilerledim. Yeni sokak, yeni binalar, yeni yüzler... Tek sokak değiştirince bile karşıma çıkanların farklılığı şaşırttı. Yürümeyi sürdürdüm. Güneş yükselirken bulutsuz gökyüzü alabildiğine maviydi. Karşılaştığım insanların kiminin yüzü tanıdık gelse de bir çoğunu ilk kez görüyordum. Oysa sadece bir sokak değiştirmiştim. Sokağın sonundaki kafenin bahçesinde yaşlı bir çift sabah kahvesi içiyordu. İkisi de sokağa dönük, yan yana san...
Zülfü Livaneli'nin Kaplanın Sırtında adlı eserini satın aldığımda Sultan Hamid Düşerken'in yarılamıştım. Örik'in romanının kalan yarısını, bir günde okuduğum Kaplanın Sırtında'dan sonra bitirdim. Eğer fırsatınız olursa sizlerin de her iki eseri okumanızı dilerim. Böylelikle gerçek anlamda bir tarihi roman ile tarihi roman olarak yazılmaya çalışılmış ancak anıların arka arkaya dizilmesinden öteye gidememiş bir eser arasındaki farkı çarpıcı bir şekilde görmüş olursunuz.
Nahid Sırrı Örik hak ettiği ilgiyi görememiş yazarlarımızdan. Osmanlı'nın son dönemlerinde doğmuş, farklı okullarda okumuş, farklı meslekler denemiş sonunda yazarlıkta karar kılmış. Sultan Hamid Düşerken adlı eseri 1947 yılında yazmış. Benim okuduğum metin günümüz diline sadeleştirmesi yapılmamış hâliydi. Kimi sözcükleri anlamak biraz zor olsa da metnin aslını okumayı her zaman tercih ediyorum.
Gelelim romana, öncelikle tarihi kişilerle kurgu karakterleri bir roman potasında eritmek nasıl olur sorusunun somut yanıtı Sultan Hamid Düşerken. Romanın baş kişisi, senelerce Osmanlı'da üst düzey bürokrat olarak çalışmış, gene uzun senelerdir nazır olarak çalışan ve bu hizmetleri sırasında aldığı rüşvetlerle kendisine yalı, köşk ve yüklüce mücevherattan oluşan servet yapmış Mehmet Şahabettin Paşa'nın evde kalmış denecek yaşa gelmiş, güzel ve hırslı, babasının akıl danışacağı kadar ülke siyasetini takip eden tek kızı Nimet. İkinci Meşrutiyet'in ilânı ile başlayan roman 31 Mart olayları ardından Harekat Ordusu'nun İstanbul'a girmesi ile sona eriyor. Bu süreç ülke tarihinin en önemli kırılma anlarından bence de. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin bir yer altı örgütünden gün yüzüne çıkmasına, ülkenin kaderini eline almasına yol açmış. Romanda Cemiyet'e de Sultan Hamid yönetimine de eleştiriler yapılıyor. Bu anlamda taraf tutmaktan ziyâde olayları ortaya koyup yorumu okuyucuya bırakıyor.
Romandaki betimlemeler dönemin yaşamına dair çok değerli bilgiler içeriyor. Beni en çok etkileyen betimleme Şahabettin Paşa'nın Rumeli Hisarı'ndaki yalısından Bab-ı Âli'ye giderken geçtiği, bugünkü adıyla Çırağan ve Bayıldım caddelerini anlatımı. İşe giderken yürüdüğüm bu caddelerin 100 sene önceki hâlini gözümde canlandırmak çok keyifliydi.
Çok severek ve etkilenerek okuduğum bir roman oldu. Sizlere de öneririm.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız denetimimden geçtikten sonra yayınlanacak. Beğenmediklerinizi hakaret içermeyen şekilde ifade edin lütfen.