Gölgeleri oldum olsası sevdim. Işığın somut göstergesi gibi geldi bana. Işığın yönüne ve şiddetine göre değişmesini, hayatın farklılaşan akışına benzettim. Uzayan kısalan, koyulaşan belirsizleşen gölgeler... Gölgelerin bu suskun ama etkili varlığı çağrışımlar yaptı ömrüm boyunca. Kökenleri çocukluk yıllarıma kadar uzanıyor belki. Ağaçların uzayan gölgelerini izlerken fark etmiştim ışığın ve karanlığın birbiriyle oyununu. Her gölgenin, öyküsü başkaydı; kimi dinginlik, kimi merak, kimi endişe içerirdi. Sessiz sinema gibi, sözsüz öyküler, giz ile görünen arasındaki ilişkiyi mi yansıtıyor acaba? Gölgelerin etkileyici olmaları biraz da bu yüzden sanırım, hayal gücümüzü işe koymaları. Görünen ile giz arasını doldurması bize kalıyor.
Pre IBC yazısı yayınlamamıştım 2018'den önce. 2015'te beni çok zorlayan "farklı kentte kalma" kararını son dakikada değiştirerek geceliği 160 €'ya bulduğum Pension Homeland adlı otelde konakladım.
Hem bütçe oldukça kısıtlı hem de bir firmayı değil de kendinizi temsil ediyor olunca, konferans ve fuar dışı etkinliklere katılamıyorsunuz. Oysa IBC, RAI merkezinin dışında, gece de devam ediyor. Gece etkinliklerinin büyük bölümü katılımcı firmaların partileri, bir bölümü ise gene firma temsilcilerinin düzenlediği akşam yemeği organizasyonları. Fuar / konferans toplam 5 gün içinde olup bitiyor. Bu 5 akşam demek. İlk gün ile son günü de aradan çıkartın, aslında 3 akşamınız var bağlantılarla sıcaklık kurmak için. Elbette orada bulunuş amacınız malınızı / hizmetinizi pazarlamak. Hâl böyle olunca partilerde, yemeklerde bulabildikleri her ortamda ilişkileri güçlendirmeye çalışıyor firmalar. Peki kiminle? Çok az sayıda kişiye ulaşan bir blog yazarı ile değil :(
Bütçe kısıtı olmasa belki bir akşam blog yazarı olarak görüşmek istediğim üst düzey yöneticileri davet edebilirim bir yerlere. Ancak bunu İstanbul'da yapabilsem bile Amsterdam, kur etkisiyle özellikle, böylesi bir program için hiç uygun değil.
Kısacası konferans ve fuar alanı ile basın merkezi arasında sürekli hareket halinde geçen 3 tam gün geçirmekle yetindim IBC 2018'de.
Nerede o eski IBC'ler diyecek halim yok. Bu ikinci ve muhtemelen son IBC katılımım, bir önceki ile kıyaslayabiliyorum bu yüzden sadece. 2015, 2018'den daha hareketliydi. Fuar koridorlarında zor ilerlediğimi hatırlıyorum meselâ. Keza havaalanında bir çok arkadaş ile karşılaşmıştım. 2018, hem ülkemizin içinden geçtiği ekonomik zorluklar hem de sektörün "killer app" / "vurucu uygulama" bulamama sıkıntısı ile sönüktü. 4K beklenildiği hızda ilerlemiyor, 8K tanıtılsa bile daha 4K'dan beklediğini alamayan endüstrinin ileri sürmek istemediği bir teknoloji; SDI - IP dönüşümü deseniz IP tarafında hayal edilenin henüz çok gerisindeyiz, özellikle zamanlama yönetimi konusu karışık ve firma spesifik çözümler konunun özüne aykırı.... Yani batı cephesinde yeni bir şey yok.
Aslında tam olarak böyle değil. Yenilikler var, ama bu yıl ortada ürün yok. En büyük yenilik, fuara gitmeden önce benim de çalıştığım 5G konusu. Fuarda bir kaç görüşmede DVB organizasyonundan telko şirketlerine operatörlerden son kullanıcı cihazı üreticilerine herkesin merakla beklediği bir şey olduğunu gördüm. Bulut bilişim konusunda bir etkinlikte gördüğüm bir slaytı hatırlattı bana 5G'nin durumu. O slaytta bulut bilişim için:
ilk deneyim gibidir
herkes konuşur
herkes yaptığını söyler
kimse gerçekte nasıl bir şey olduğunu bilmez diyordu.
5G, bugün için fazlasıyla ilk deneyim özelliklerini taşıyor.
herkes konuşur
herkes yaptığını söyler
kimse gerçekte nasıl bir şey olduğunu bilmez diyordu.
5G, bugün için fazlasıyla ilk deneyim özelliklerini taşıyor.
Fuar / konferanstan aklımda kalan bir diğer şey ise eSpor adlı çığ. Gerçekten bu kadar devasa bir yapının varolduğundan habersiz olmama şaştım. Benim oyun diye bildiğim soliter ve mayın patlatmadan ibaretken eSpor, uluslararası turnuvaların düzenlendiği, gerçek sporcularla kıyaslanabilecek düzeyde ücretlerin kazanıldığı, insanların başkalarının video oyunu oynamalarını izlemek için stadyumları doldurdukları bir endüstri haline gelmiş. Yayıncılık dünyası açısından izlenilen şeyin gerçek ya da sanal olması pek bir şeyi değiştirmiyor. Ortada parasallaştırılabilecek / reklâm alınabilecek bir içerik olması yeterli. Milenyum kuşağı olarak adlandırılan 2000 ve sonrası doğumluların ilgi gösterdiği bu trend, 2000 ve sonrası doğumluların iş / meslek sahibi olup gerçek tüketici olmalarıyla birlikte ana akım medyada da kendisine yer bulacak gibi.
Bu, bana hâlâ anlamsız gelen, eSpor konusu, eminim ülkemizde de oldukça fazla izleyiciye sahiptir. Fuara katılan Türk arkadaşlara sorduğumda 3 büyük kulübün eSpor takımları olduğunu hatta büyük elektronik üreticisi şirketlerimizden birisinin bu takımların sponsoru olduğunu öğrendim. Türkiye'de eSpor ligi var mı? Federasyon var mı? Online dışında, uyduda eSpor kanalımız var mı? Reklâm pazarındaki yerleri nedir? sorularının yanıtlarını ilerleyen günlerde açacağım eSpor Türkiye dosyasında işleyeceğim inşallah.
Uzun yazdım biraz kusuruma bakmayın. Hollanda uçağında karşılaştığım, beyaz yakalı göçü ise gezinin en düşündürücü yanıydı. Savunma sanayinde çalışan beyaz yakalıların Hollanda ve Belçika'ya göçmesi, bugünümüzü ve geleceğimizi derinden etkileyecek sonuçlara yol açabilir. Belki yaşım gereği, gitmenin çare olmayacağını düşünenlerdenim. Bizleri bugünlere getiren ülkemize borcumuz var ve ömür boyu ödeyerek bitiremeyiz bu borcu. Nereye gidersek gidelim, ne kadar çok kazanırsak kazanalım hep öteki olacağımız ülkelerde yaşayacağız. Çocuğunuz için söylenecek en iyi söz ise "Türk ama iyi" olacak. Ayrımcılık ifadesi olarak kullanılacak "Türkiye kökenli" sözünden torununuz da kurtulamayacak. Yani siz onların dilini de konuşsanız, oradan birisiyle de evlenseniz onlardan birisi olamayacaksınız. İçinizde hep simit özlemi, hep bir salça ekmek hasretiyle yaşayacaksınız.
Tercih meselesi elbette, ama gitmek, inanın sizin için bile çözüm değil...
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız denetimimden geçtikten sonra yayınlanacak. Beğenmediklerinizi hakaret içermeyen şekilde ifade edin lütfen.