Gölgeleri oldum olsası sevdim. Işığın somut göstergesi gibi geldi bana. Işığın yönüne ve şiddetine göre değişmesini, hayatın farklılaşan akışına benzettim. Uzayan kısalan, koyulaşan belirsizleşen gölgeler... Gölgelerin bu suskun ama etkili varlığı çağrışımlar yaptı ömrüm boyunca. Kökenleri çocukluk yıllarıma kadar uzanıyor belki. Ağaçların uzayan gölgelerini izlerken fark etmiştim ışığın ve karanlığın birbiriyle oyununu. Her gölgenin, öyküsü başkaydı; kimi dinginlik, kimi merak, kimi endişe içerirdi. Sessiz sinema gibi, sözsüz öyküler, giz ile görünen arasındaki ilişkiyi mi yansıtıyor acaba? Gölgelerin etkileyici olmaları biraz da bu yüzden sanırım, hayal gücümüzü işe koymaları. Görünen ile giz arasını doldurması bize kalıyor.
Şubat 2017 tarihli birinci baskısı İthaki yayınlarından çıkan Yüzü Silinenler Darbe Günlükleri adlı romanı yayınlandığı ay okumuştum. 2 Mart 2018 tarihinde Kitapeki.com sayfasında Can Ahıskra'nın yazısını görünce, romanı tanıtmak için daha iyisini yazamayacağımı düşünerek, Arslanoğlu ile bir e-söyleşi yapmaya karar verdim. Aşağıda okuyacağınız söyleşi, umarım İnsanBu.com adresli internet sitesini keşfinize yardımcı olur. Bu vesile ile vakit ayırıp sorularımı kısa sürede yanıtlayan Kaan Arslanoğlu'na tekrar teşekkürlerimi sunarım.
Son romanınızda bir kez
daha ana kahramanlardan birisiniz. Reenkarnasyon Kulübünde benzer bir tarz.
Savunduğunuz fikirleri dolaysız aktarma olanağı sunduğu için mi tercih
ediyorsunuz bu türü?
Savunduğum fikirleri dolaysız aktarma olanağı sunması
nedenlerden sadece biri. Başka birkaç nedeni daha önde gidiyor.
Siyaset-erdem-gerçek arayışı ve kendini sorgulama… Bu dört
atlının ilişkisini devamlı ele alan, hep bu alanda araştırıp kafa patlatan biriyim.
Siyaset kitleleri gütme sanatı. Siyaset bir yalan söyleme ve aldatma sanatı.
Umudu abartma ve onu örgütleyip kullanma sanatı. En olumlu siyaset bile böyle.
Fakat bu böyle diye onu tümden boşlayamayız. İstesek de bu olmaz. Kötünün
hakimiyeti o zaman daha da mutlaklaşır. Zaten yaptığımız her işin, düşündüğümüz
her sorunun içinde siyaset var.
Fakat bizler siyasetçi değiliz. Daha doğrusu ben değilim.
Siyaseti dolaylı yapıyoruz. (Belki de en doğrudanını yapıyoruz, ama bu ayrı
tartışma konusu.) Ben bir yazarım. Kendimi “aydınlatmayla” yükümlü gören bir
yazar kabul ediyorum. Benim için bir yazar olarak “gerçek arayışı” siyasetin de
önünde yer alıyor. Tüm aydınlar ve bilim insanları için de bu böyle olmalı.
Bizler çok sevilme ve çok kitle toplama derdinde olmamalıyız. Sevilmesek de
gerçekleri söylemeliyiz. Sevilme ve kitle toplama işini siyasiler yapsın.
Ya erdem? Hitap ettiğimiz kitlenin büyük ölçüde erdemsiz
olduğunu biliyorum. Bunu gizlemeli miyim? Gizlesem erdemsizlik daha da artar
gibime geliyor. Söylemeliyim o zaman. Söylediğim zaman kavga çıkıyor. Çok
çirkin kavgalar çıkıyor. Yeri geliyor çirkefle çirkef, aptal ile aptal
oluyoruz. Ben de o erdemsizlerle erdemsiz oluyorum. Susmayı erdem sayanlar
boşuna saymıyor, bunda haklılık payı fazla. Ama susmak aynı zamanda başka bir erdemsizlik…
Bir de “Tanrı yazarlar” var. Roman ve hikaye yazarlar ve
üstten bir yerden bakar, herkesi yargılarlar, ama ne üstten baktıklarını kabul
eder ne de kendilerini işin içine katarlar. İnceleme yazarları, köşe yazarları…
Çoğu aynı kategoriden. Onlar eleştirir ama eleştiriden muaftırlar. Kendilerini
hiç eleştirmezler. Çünkü olayın içinde değil gibidirler, onlar üst alemlerdedir
sanki.
Ben tüm bunları sürekli sorguluyorum. Bunları sorgularken
istisnasız herkesi eleştiriyorum. Övüyorum da birçok çevreyi, kişiyi. Övgüye
değer işler yaptıkları zaman. Sonra başka bir bağlamda yerin dibine sokuyorum. Bunları
hep açık ve sakınımsız yapıyorum. Romanlarımı da böyle yazıyorum. O zaman
diyorum ki. Son üç romanımda öyle dedim. İşin içinde ben de olmalıyım. Kendi
zayıflıklarımı, kendimde gördüğüm eksikleri de eleştirmeliyim. Ben olayların,
toplumun içinde yaşayan bir yazarım… O halde yazdığım romanda… Konu eğer
uygunsa kendim de yer almalıyım. Okurlar romandaki kurgusal veya yarı-kurgusal
karakterler ile birlikte beni de yargılayabilsinler.. yaşayan bir roman
karakteri olarak.
Bunu narsistlik olarak gören çıkabilir. Öyle bir yönü de yok
değil. Kişi kendini ne kadar açık ve dürüst eleştirebilecektir öte yandan? Bunu
da sorabilirler. Onda da doğruluk payı var. Ama kişinin bir karakter olarak
kendini ortaya koyması… Bir makalede veya romanda… Bir risktir. Cesaret isteyen
bir şeydir. Ben tüm riskleri göze alan bir yazarım.
E-postalar ile
ilerleyen kurgu bence de devrimsel. Facebook gibi günümüz insanının hayatının
merkezine girmiş "sosyal medya"nın romandaki kullanımı yaratıcı.
Psikiyatri uzmanlığınızı hatırlatarak sormak isterim ne olacak bu "klavye
delikanlılığı"nın sonu? En masum tüketim boykotu bile uygulamaya
geçemezken "sosyal medya"da esip gürleyebilmek "düzenin bir
oyunu" mu?
Klavye delikanlılığı elbette düzenin önümüze koyduğu bir
seçenek. Sistem bu çarklarla işliyor. Büyük sermayenin elindeki medyanın işlevi
bundan hem para kazanmak, büyük paralar kazanmak; hem düzenin yağ deliklerine
sürekli yağ damlatmak; hem de bilinçleri bilinçli olarak çarpıtmak. Bu medyaya
karşı “müthiş muhalif” bir karşı seçenek çıktı: Sosyal medya. Ama bakıyoruz,
oradaki bilgi sağanağı da, bilgi kirliliği de ana akım medyanınkini geçti.
Sosyal medya insanı daha da aptallaştırıyor. En kötü yönlerini abartarak öne
çıkartıyor ve insanı daha da çirkinleştiriyor. Tabii bu, düzenin işleyişi
gereği ama, esas olarak insanın “normal” doğasının gereği. İnsan bu… Her haliyle
bu. Yani düzenin bu oyunlarını geri püskürtmek istiyorsak önce temelini
bilmeliyiz. İnsan doğasını ayrıntılı olarak iyi kavramalıyız ki, karşı
önlemlerini alabilelim. Yoksa boş bir düzen karşıtı söylem içinde düzenin
dişlileri haline geliriz. Şimdiki muhalefet gibi… Alayı böyle… Karşı
çıkamayacağımız güçleri… Örneğin burada sosyal medya gerçeğini… Bilerek… Bir
Uzak-Doğu Dövüş ustası gibi onu yok edemeyeceğimiz gerçeğini kavrayarak… Onun
gücünü ona karşı kullanmanın yollarını araştırmalı, denemeliyiz… Romanda böyle
bir tema ve tartışma da var zaten… İnsan BU sitemizde başından beri bu tür
şeyler tartışıyoruz.
Romanın sonuna kadar
süren bir gizem var. Bir yandan insanbu.com okurlarının takip ettiği
tartışmaları bu roman ile sizi tanımış olanlara aktarırken bir yandan da
polisiye gibi bir kurguyu oluşturmak nasıl mümkün oldu? Daha açık sorarsam bu
romandakilerin ne kadarı gerçekten yaşandı?
Bizim sitede ilk yıllarda çok yoğun tartışmalar yaşanırdı.
Şimdi epey azaldı. Azalmanın nedeni biraz bizim bilinçli müdahalemizden, bir
nedeni de facebook ortamının daha öne çıkmasından. Her haberi orada da
paylaşıyoruz ve orada daha çok tartışma yaşanıyor, sitedeki tartışmalar ikinci
plana geriliyor. Buna neden girdim… Özellikle ilk yıllarda çok sayıda isimsiz
ya da takma isimli yorum geliyordu. Günde ortalama dört-beş… Övenler, daha çok da
sövenler, laf sokanlar, polemik yapanlar, birbirine laf atanlar, bize dalanlar…
Çoğunu onaylıyorduk, ağır küfür olmadıkça. Bunları kimler gönderiyordu? Kimler orada
kıyasıya kavga ediyordu birbiriyle veya bizimle? Bazılarının kim olduğunu
saptadık. Bazıları hakkında kuvvetli tahminlerde bulunduk. Bazılarının kim
olduğunu anlayamadık… Kimisi çok yakın tanıdıklardı, kimi uzak tanıdıklar,
bazıları muhtemeldir ki hayli ünlü zatlar, bazıları ise hiç tanımadığımız
şahsiyetler. O kavgaları yatıştırmaya, bir yola sokmaya ya da denetlemeye
çalışmak çoğu zaman son derece yorucu ve can sıkıcıydı. Kim olduklarını
anlamaya çalışmak da keza, vakit alıcı ve öfkelendirici. Ama bu iş kimi zaman
da gayet eğlenceliydi.
İşte “Yüzü Silinenler” romanımın kurgusu bu uğraşlar
sırasında aklıma geldi. Roman büyük ölçüde kurgusal olmakla birlikte, oradaki
olay ve kişiler İnsan Bu içindeki bu yorum savaşlarından ve o yorumların gerçek
ve sanal sahiplerinden kuvvetli esinlenmeyle ortaya çıktı.
Uzunca bir süredir insanbu.com
sayfasını yayınlıyorsunuz. Bu süreçte yazarınız olan isimlerin kimileriyle
yollarınız ayrıldı. Sert sayılabilecek tartışmalar da yaşandı ayrılıklar
sürecinde. Tüm bu süreçleri "insan bu" kapsamında değerlendirmenizi
istesem.
Önceki soru ve cevaplardan devam edeyim. Ne demiştim:
Romanlarda bile kendi kişiliğimle açığım. Övgüye ve sövgüye. İkincisi çok daha
ağır basıyor elbette. Yazıyoruz… Durmadan yazıyoruz ve herkesi eleştiriyoruz.
İnsan BU’ya bakın… Bakmak ve incelemek her iyi niyetli insana bedava… Kötü
niyetlilere de sonuna dek açık… Ama onlar bakmaz ve incelemezler. Sadece
suçlarlar. Baktığınız zaman ne görürsünüz? Benim fikirlerime ve tarzıma ters
çok sayıda yazı bulabilirsiniz mesela. Bunu demokratlık gereği değil (pek
demokrat sayılmam), içime kurt gibi yerleşmiş örgütlülük ve birlikte hareket
etme ruhu hasebiyle kabul etmişim. Ya yorumlar… Orada bana sokulan yüzlerce
lafı, hatta arada birçok açık hakareti görebilirsiniz. Küfür olmadıkça bunu
face’de bile silmiyorum, yeter ki kimden geldiği açık olsun…
Ama bazı arkadaşlarımız kendilerine en ufak bir yüklenme
olunca, ben onlara az buçuk dalınca, bunu kaldıramıyor, 1.de olmasa bile 2.cide
aşırı bir tepki gösterip köprüleri atıyorlar. Köprüleri atanlar ne yazık ki
onlardır, ama buna onları benim zorladığım da ayrı bir gerçek.
Çünkü…
Bir- Birilerini şiddetle eleştiren arkadaşlarımızın başka
birilerini de aynı cesaretle eleştirebilmesi gerekir. Eleştiride çifte standart
insan BU’da oturtmaya çalıştığımız ilkelere en ters şey.. Oysa bazı arkadaşlarımız
insan BU’nun ışığını yetersiz görüp (haklı olabilirler) başka ışıklara
hayranlık besliyorlardı. Dolayısıyla o ışıklara karşı eleştiri okları hiç
yönelmiyordu. Buna bir yere kadar tahammül edilebilir, bir yerden sonra
edilmez. Bir de şahsen çeyrek dostluk en katlanamayacağım şeydir hayatta. Hele
yazı-düşün dünyasında. Yarım dostlukta bile kavga çıkarmaya başlar ve insanları
test ederim…
İki- Herkes, en başta ben, en ağır eleştirilere ve sövgülere
muhatap iken birilerinin bundan muaf tutulması eşitlik ilkesine ters. Özellikle
bu ayrılan arkadaşlarım… Bana karşı gösterdikleri sertliği, oradaki takdir
edilesi cesareti başka dostlarına karşı da göstermeliler. Ama onları sakınıyor,
beni sakınmıyorlarsa zaten dostluk daha önceden bitmiştir. Evet çabuk öfkeleniyorum,
bunu bazen denetleyemiyorum. Açık bir zaaf. O olmasaydı belki şu halimle, bu
ilkelerimle bile çok daha popüler yazar olacaktım. Ama bazen düşünüyorum da,
iyi ki öfkeliyim. Çünkü insanların gerçek yüzü kavga sırasında ortaya çıkıyor.
Bunlar birer deneydir, sınavdır, erginlenmedir. Krizlerle test edilmemiş
dostluklar gerçek dostluk değildir. İçte saklanan nefretlerle yürütülmeye
çalışılan arkadaşlıklar da arkadaşlık değildir. Bunların kusturulması gerekir
(katharsis) ki, kusulduktan sonra geriye bir sevgi-saygı kalmışsa, altın olan
budur.
Üç- Solda, genel geçer
sol popülizme, kalitesizliğe ve karaktersizliğe yatırım yaparsanız her zaman
belli bir kitleniz olur, onların küçük yıldızları halinde kalabilirsiniz… Benim
açımdan bunun hiçbir değeri yok. Ama asıl yaşam ve sosyalizm mücadelesi
açısıdan bir değeri yok. Popülizme yaklaştığım her an bunu fark ettim ve uzağa
kaçtım, böyle popülerliğe hiç özenmedim.
Bu dediğim şey her yere çekilebilir, herkesin diyebileceği
genel geçer bir sav mı? Belki… Ama kesin bir ölçütü var ileri sürdüğüm.
Birilerini eleştirmede gösterdiğin cesareti… Kendi tarafını… Hatta kendini
eleştirmede, eleştiriye açık olmada gösterebiliyor musun? Bizler kavgalarımızı
istisnalar hariç hep açık, tüm okura açık yaşadık… Yazılı, belgeli… Hangi yayın organında
editörlere bu kadar saldırı var? Belki benzer birkaç yayın?
Başka deyişle bizler siyasetçi değiliz. Siyasetçilik yeri
geldiğinde çeyrek dostluklara, hatta 1/10 luk bir sevgi ilişkisine katlanmak
demektir. Biz ise kolektif bir yayın, ama başkalarından bambaşka bir kolektif
yayın çıkarma sevdasındaydık. Buna neden katlanalım?
Sonuç olarak: Başlangıçtan bugüne 10’na yakın
arkadaşımızla yolumuz kavgalı ayrıldı. Bazıları da sessizce uzaklaştı. Bunların
hepsi iyi insanlardır. Hatta dünya ve Türkiye ortalamasında düşünürsek, her
biri seçkinlik derecesinde iyi insandır. Her birinin ayrılışına tüm samimiyetimle
söylüyorum, üzüldüm, halen de üzülüyorum. Ama hiçbirindeki tavrımdan pişman
değilim. Ayrılığımız iyi olmuştur.
Çünkü… Dedim ya… Ben yazar olarak ayrı bir duruş geliştirme
ve o duruşu koruma derdindeyim. O halde birlikte olduğum yazar dostlarım da
bunu saygıyla karşılamalı. Köstek değil, destek olmalı. Kitleye açılalım derken
yaşadık en ağır kavgaları. Durmadan en yakınımızdakilerle kavga ederken kitleye
sıra gelmedi ki. Zaten solun sol olamamasının başat nedeni uzaktakilerden
değil, en yakınımızdakilerden, hatta kendimizden gelen dirençtir.
O halde kitleye birlikte açılacaksak her arkadaş gönül
birliğini tam göstermeli, sadece bana değil, öteki yazar arkadaşlarına da aynı
sevgiyi göstermeli. Yarım dostluktan nefret ettiğimi bilmeliler. İnsan Bu ne?
Dünya ve Türkiye ölçeğinde bir bok mu, güç mü? Onun diktatörü olsam ne yazar?
Bunun farkındayım. Farkında olduğum için de işte çeyrek dostluklara kapalıyım.
Küçüğüz, küçücüğüz… Bari onurumuzla küçük kalalım. İnsan BU… Ama mühim olan
insanlık… Üst insanlık… Belki de geleceğe bırakacağımız iz… Belki de o
kavgalarımız…
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız denetimimden geçtikten sonra yayınlanacak. Beğenmediklerinizi hakaret içermeyen şekilde ifade edin lütfen.