Ana içeriğe atla

Yüzü Silinenler romanı üzerine Kaan Arslanoğlu ile e-söyleşi

Şubat 2017 tarihli birinci baskısı İthaki yayınlarından çıkan Yüzü Silinenler Darbe Günlükleri adlı romanı yayınlandığı ay okumuştum. 2 Mart 2018 tarihinde Kitapeki.com sayfasında Can Ahıskra'nın yazısını görünce, romanı tanıtmak için daha iyisini yazamayacağımı düşünerek, Arslanoğlu ile bir e-söyleşi yapmaya karar verdim. Aşağıda okuyacağınız söyleşi, umarım İnsanBu.com adresli internet sitesini keşfinize yardımcı olur. Bu vesile ile vakit ayırıp sorularımı kısa sürede yanıtlayan Kaan Arslanoğlu'na tekrar teşekkürlerimi sunarım.  

Son romanınızda bir kez daha ana kahramanlardan birisiniz. Reenkarnasyon Kulübünde benzer bir tarz. Savunduğunuz fikirleri dolaysız aktarma olanağı sunduğu için mi tercih ediyorsunuz bu türü?

Savunduğum fikirleri dolaysız aktarma olanağı sunması nedenlerden sadece biri. Başka birkaç nedeni daha önde gidiyor.
Siyaset-erdem-gerçek arayışı ve kendini sorgulama… Bu dört atlının ilişkisini devamlı ele alan, hep bu alanda araştırıp kafa patlatan biriyim. Siyaset kitleleri gütme sanatı. Siyaset bir yalan söyleme ve aldatma sanatı. Umudu abartma ve onu örgütleyip kullanma sanatı. En olumlu siyaset bile böyle. Fakat bu böyle diye onu tümden boşlayamayız. İstesek de bu olmaz. Kötünün hakimiyeti o zaman daha da mutlaklaşır. Zaten yaptığımız her işin, düşündüğümüz her sorunun içinde siyaset var.
Fakat bizler siyasetçi değiliz. Daha doğrusu ben değilim. Siyaseti dolaylı yapıyoruz. (Belki de en doğrudanını yapıyoruz, ama bu ayrı tartışma konusu.) Ben bir yazarım. Kendimi “aydınlatmayla” yükümlü gören bir yazar kabul ediyorum. Benim için bir yazar olarak “gerçek arayışı” siyasetin de önünde yer alıyor. Tüm aydınlar ve bilim insanları için de bu böyle olmalı. Bizler çok sevilme ve çok kitle toplama derdinde olmamalıyız. Sevilmesek de gerçekleri söylemeliyiz. Sevilme ve kitle toplama işini siyasiler yapsın.
Ya erdem? Hitap ettiğimiz kitlenin büyük ölçüde erdemsiz olduğunu biliyorum. Bunu gizlemeli miyim? Gizlesem erdemsizlik daha da artar gibime geliyor. Söylemeliyim o zaman. Söylediğim zaman kavga çıkıyor. Çok çirkin kavgalar çıkıyor. Yeri geliyor çirkefle çirkef, aptal ile aptal oluyoruz. Ben de o erdemsizlerle erdemsiz oluyorum. Susmayı erdem sayanlar boşuna saymıyor, bunda haklılık payı fazla. Ama susmak aynı zamanda başka bir erdemsizlik…
Bir de “Tanrı yazarlar” var. Roman ve hikaye yazarlar ve üstten bir yerden bakar, herkesi yargılarlar, ama ne üstten baktıklarını kabul eder ne de kendilerini işin içine katarlar. İnceleme yazarları, köşe yazarları… Çoğu aynı kategoriden. Onlar eleştirir ama eleştiriden muaftırlar. Kendilerini hiç eleştirmezler. Çünkü olayın içinde değil gibidirler, onlar üst alemlerdedir sanki.
Ben tüm bunları sürekli sorguluyorum. Bunları sorgularken istisnasız herkesi eleştiriyorum. Övüyorum da birçok çevreyi, kişiyi. Övgüye değer işler yaptıkları zaman. Sonra başka bir bağlamda yerin dibine sokuyorum. Bunları hep açık ve sakınımsız yapıyorum. Romanlarımı da böyle yazıyorum. O zaman diyorum ki. Son üç romanımda öyle dedim. İşin içinde ben de olmalıyım. Kendi zayıflıklarımı, kendimde gördüğüm eksikleri de eleştirmeliyim. Ben olayların, toplumun içinde yaşayan bir yazarım… O halde yazdığım romanda… Konu eğer uygunsa kendim de yer almalıyım. Okurlar romandaki kurgusal veya yarı-kurgusal karakterler ile birlikte beni de yargılayabilsinler.. yaşayan bir roman karakteri olarak.
Bunu narsistlik olarak gören çıkabilir. Öyle bir yönü de yok değil. Kişi kendini ne kadar açık ve dürüst eleştirebilecektir öte yandan? Bunu da sorabilirler. Onda da doğruluk payı var. Ama kişinin bir karakter olarak kendini ortaya koyması… Bir makalede veya romanda… Bir risktir. Cesaret isteyen bir şeydir. Ben tüm riskleri göze alan bir yazarım.   

E-postalar ile ilerleyen kurgu bence de devrimsel. Facebook gibi günümüz insanının hayatının merkezine girmiş "sosyal medya"nın romandaki kullanımı yaratıcı. Psikiyatri uzmanlığınızı hatırlatarak sormak isterim ne olacak bu "klavye delikanlılığı"nın sonu? En masum tüketim boykotu bile uygulamaya geçemezken "sosyal medya"da esip gürleyebilmek "düzenin bir oyunu" mu?

Klavye delikanlılığı elbette düzenin önümüze koyduğu bir seçenek. Sistem bu çarklarla işliyor. Büyük sermayenin elindeki medyanın işlevi bundan hem para kazanmak, büyük paralar kazanmak; hem düzenin yağ deliklerine sürekli yağ damlatmak; hem de bilinçleri bilinçli olarak çarpıtmak. Bu medyaya karşı “müthiş muhalif” bir karşı seçenek çıktı: Sosyal medya. Ama bakıyoruz, oradaki bilgi sağanağı da, bilgi kirliliği de ana akım medyanınkini geçti. Sosyal medya insanı daha da aptallaştırıyor. En kötü yönlerini abartarak öne çıkartıyor ve insanı daha da çirkinleştiriyor. Tabii bu, düzenin işleyişi gereği ama, esas olarak insanın “normal” doğasının gereği. İnsan bu… Her haliyle bu. Yani düzenin bu oyunlarını geri püskürtmek istiyorsak önce temelini bilmeliyiz. İnsan doğasını ayrıntılı olarak iyi kavramalıyız ki, karşı önlemlerini alabilelim. Yoksa boş bir düzen karşıtı söylem içinde düzenin dişlileri haline geliriz. Şimdiki muhalefet gibi… Alayı böyle… Karşı çıkamayacağımız güçleri… Örneğin burada sosyal medya gerçeğini… Bilerek… Bir Uzak-Doğu Dövüş ustası gibi onu yok edemeyeceğimiz gerçeğini kavrayarak… Onun gücünü ona karşı kullanmanın yollarını araştırmalı, denemeliyiz… Romanda böyle bir tema ve tartışma da var zaten… İnsan BU sitemizde başından beri bu tür şeyler tartışıyoruz.   

Romanın sonuna kadar süren bir gizem var. Bir yandan insanbu.com okurlarının takip ettiği tartışmaları bu roman ile sizi tanımış olanlara aktarırken bir yandan da polisiye gibi bir kurguyu oluşturmak nasıl mümkün oldu? Daha açık sorarsam bu romandakilerin ne kadarı gerçekten yaşandı?

Bizim sitede ilk yıllarda çok yoğun tartışmalar yaşanırdı. Şimdi epey azaldı. Azalmanın nedeni biraz bizim bilinçli müdahalemizden, bir nedeni de facebook ortamının daha öne çıkmasından. Her haberi orada da paylaşıyoruz ve orada daha çok tartışma yaşanıyor, sitedeki tartışmalar ikinci plana geriliyor. Buna neden girdim… Özellikle ilk yıllarda çok sayıda isimsiz ya da takma isimli yorum geliyordu. Günde ortalama dört-beş… Övenler, daha çok da sövenler, laf sokanlar, polemik yapanlar, birbirine laf atanlar, bize dalanlar… Çoğunu onaylıyorduk, ağır küfür olmadıkça.  Bunları kimler gönderiyordu? Kimler orada kıyasıya kavga ediyordu birbiriyle veya bizimle? Bazılarının kim olduğunu saptadık. Bazıları hakkında kuvvetli tahminlerde bulunduk. Bazılarının kim olduğunu anlayamadık… Kimisi çok yakın tanıdıklardı, kimi uzak tanıdıklar, bazıları muhtemeldir ki hayli ünlü zatlar, bazıları ise hiç tanımadığımız şahsiyetler. O kavgaları yatıştırmaya, bir yola sokmaya ya da denetlemeye çalışmak çoğu zaman son derece yorucu ve can sıkıcıydı. Kim olduklarını anlamaya çalışmak da keza, vakit alıcı ve öfkelendirici. Ama bu iş kimi zaman da gayet eğlenceliydi.
İşte “Yüzü Silinenler” romanımın kurgusu bu uğraşlar sırasında aklıma geldi. Roman büyük ölçüde kurgusal olmakla birlikte, oradaki olay ve kişiler İnsan Bu içindeki bu yorum savaşlarından ve o yorumların gerçek ve sanal sahiplerinden kuvvetli esinlenmeyle ortaya çıktı.

Uzunca bir süredir insanbu.com sayfasını yayınlıyorsunuz. Bu süreçte yazarınız olan isimlerin kimileriyle yollarınız ayrıldı. Sert sayılabilecek tartışmalar da yaşandı ayrılıklar sürecinde. Tüm bu süreçleri "insan bu" kapsamında değerlendirmenizi istesem.

Önceki soru ve cevaplardan devam edeyim. Ne demiştim: Romanlarda bile kendi kişiliğimle açığım. Övgüye ve sövgüye. İkincisi çok daha ağır basıyor elbette. Yazıyoruz… Durmadan yazıyoruz ve herkesi eleştiriyoruz. İnsan BU’ya bakın… Bakmak ve incelemek her iyi niyetli insana bedava… Kötü niyetlilere de sonuna dek açık… Ama onlar bakmaz ve incelemezler. Sadece suçlarlar. Baktığınız zaman ne görürsünüz? Benim fikirlerime ve tarzıma ters çok sayıda yazı bulabilirsiniz mesela. Bunu demokratlık gereği değil (pek demokrat sayılmam), içime kurt gibi yerleşmiş örgütlülük ve birlikte hareket etme ruhu hasebiyle kabul etmişim. Ya yorumlar… Orada bana sokulan yüzlerce lafı, hatta arada birçok açık hakareti görebilirsiniz. Küfür olmadıkça bunu face’de bile silmiyorum, yeter ki kimden geldiği açık olsun…
Ama bazı arkadaşlarımız kendilerine en ufak bir yüklenme olunca, ben onlara az buçuk dalınca, bunu kaldıramıyor, 1.de olmasa bile 2.cide aşırı bir tepki gösterip köprüleri atıyorlar. Köprüleri atanlar ne yazık ki onlardır, ama buna onları benim zorladığım da ayrı bir gerçek.
Çünkü…
Bir- Birilerini şiddetle eleştiren arkadaşlarımızın başka birilerini de aynı cesaretle eleştirebilmesi gerekir. Eleştiride çifte standart insan BU’da oturtmaya çalıştığımız ilkelere en ters şey.. Oysa bazı arkadaşlarımız insan BU’nun ışığını yetersiz görüp (haklı olabilirler) başka ışıklara hayranlık besliyorlardı. Dolayısıyla o ışıklara karşı eleştiri okları hiç yönelmiyordu. Buna bir yere kadar tahammül edilebilir, bir yerden sonra edilmez. Bir de şahsen çeyrek dostluk en katlanamayacağım şeydir hayatta. Hele yazı-düşün dünyasında. Yarım dostlukta bile kavga çıkarmaya başlar ve insanları test ederim…
İki- Herkes, en başta ben, en ağır eleştirilere ve sövgülere muhatap iken birilerinin bundan muaf tutulması eşitlik ilkesine ters. Özellikle bu ayrılan arkadaşlarım… Bana karşı gösterdikleri sertliği, oradaki takdir edilesi cesareti başka dostlarına karşı da göstermeliler. Ama onları sakınıyor, beni sakınmıyorlarsa zaten dostluk daha önceden bitmiştir. Evet çabuk öfkeleniyorum, bunu bazen denetleyemiyorum. Açık bir zaaf. O olmasaydı belki şu halimle, bu ilkelerimle bile çok daha popüler yazar olacaktım. Ama bazen düşünüyorum da, iyi ki öfkeliyim. Çünkü insanların gerçek yüzü kavga sırasında ortaya çıkıyor. Bunlar birer deneydir, sınavdır, erginlenmedir. Krizlerle test edilmemiş dostluklar gerçek dostluk değildir. İçte saklanan nefretlerle yürütülmeye çalışılan arkadaşlıklar da arkadaşlık değildir. Bunların kusturulması gerekir (katharsis) ki, kusulduktan sonra geriye bir sevgi-saygı kalmışsa, altın olan budur.
Üç-  Solda, genel geçer sol popülizme, kalitesizliğe ve karaktersizliğe yatırım yaparsanız her zaman belli bir kitleniz olur, onların küçük yıldızları halinde kalabilirsiniz… Benim açımdan bunun hiçbir değeri yok. Ama asıl yaşam ve sosyalizm mücadelesi açısıdan bir değeri yok. Popülizme yaklaştığım her an bunu fark ettim ve uzağa kaçtım, böyle popülerliğe hiç özenmedim.
Bu dediğim şey her yere çekilebilir, herkesin diyebileceği genel geçer bir sav mı? Belki… Ama kesin bir ölçütü var ileri sürdüğüm. Birilerini eleştirmede gösterdiğin cesareti… Kendi tarafını… Hatta kendini eleştirmede, eleştiriye açık olmada gösterebiliyor musun? Bizler kavgalarımızı istisnalar hariç hep açık, tüm okura açık yaşadık…  Yazılı, belgeli… Hangi yayın organında editörlere bu kadar saldırı var? Belki benzer birkaç yayın?
Başka deyişle bizler siyasetçi değiliz. Siyasetçilik yeri geldiğinde çeyrek dostluklara, hatta 1/10 luk bir sevgi ilişkisine katlanmak demektir. Biz ise kolektif bir yayın, ama başkalarından bambaşka bir kolektif yayın çıkarma sevdasındaydık. Buna neden katlanalım?
Sonuç olarak: Başlangıçtan bugüne 10’na yakın arkadaşımızla yolumuz kavgalı ayrıldı. Bazıları da sessizce uzaklaştı. Bunların hepsi iyi insanlardır. Hatta dünya ve Türkiye ortalamasında düşünürsek, her biri seçkinlik derecesinde iyi insandır. Her birinin ayrılışına tüm samimiyetimle söylüyorum, üzüldüm, halen de üzülüyorum. Ama hiçbirindeki tavrımdan pişman değilim. Ayrılığımız iyi olmuştur.
Çünkü… Dedim ya… Ben yazar olarak ayrı bir duruş geliştirme ve o duruşu koruma derdindeyim. O halde birlikte olduğum yazar dostlarım da bunu saygıyla karşılamalı. Köstek değil, destek olmalı. Kitleye açılalım derken yaşadık en ağır kavgaları. Durmadan en yakınımızdakilerle kavga ederken kitleye sıra gelmedi ki. Zaten solun sol olamamasının başat nedeni uzaktakilerden değil, en yakınımızdakilerden, hatta kendimizden gelen dirençtir.
O halde kitleye birlikte açılacaksak her arkadaş gönül birliğini tam göstermeli, sadece bana değil, öteki yazar arkadaşlarına da aynı sevgiyi göstermeli. Yarım dostluktan nefret ettiğimi bilmeliler. İnsan Bu ne? Dünya ve Türkiye ölçeğinde bir bok mu, güç mü? Onun diktatörü olsam ne yazar? Bunun farkındayım. Farkında olduğum için de işte çeyrek dostluklara kapalıyım. Küçüğüz, küçücüğüz… Bari onurumuzla küçük kalalım. İnsan BU… Ama mühim olan insanlık… Üst insanlık… Belki de geleceğe bırakacağımız iz… Belki de o kavgalarımız…

Yorumlar

Son haftanın en çok okunan 10 yazısı

Göksu Restaurant Nenehatun şubesi açıldı

ve beklenen gerçekleşti...Ankara'nın Sakarya caddesine açılan Bayındır sokakta yer alan Göksu, gönüllere taht kurdu. Gerek servisi, gerek yemeklerin lezzeti vazgeçilmezler arasına girdi. Mekanın Kızılay'ın göbeğindeki Sakarya caddesinde olması, kimilerini üzüyordu. Özellikle Kızılay'a hiç inmeyenler, kalabalığı sevmeyenler yukarılarda bir Göksu hayali kuruyordu. Uzun sürdü inşaat. Nenehatun caddesi ile Tahran caddesinin kesiştiği köşede yer alan binanın inşaatının neden bu kadar sürdüğünü pek anlamamıştım, düne kadar. Dışarıdan 4-5 kat görünen bina toplamda 10 katlıymış. Üstte 3 kat içkili restaurant (ki bu bölüm henüz açılmamış), girişte bekleme salonu ve bar-kütüphane, girişin altında işkembe ve kebapçı (ki bu bölüm hizmet vermeye başladı), işkembecinin altı tam kat mutfakmış, onun altında garaj-çamaşırhane ve en altta iki kat konferans salonu olarak düzenlenmiş öğrendiğime göre. İlk ziyaretime ait fotografları (binanın dıştan çekilmiş bir görüntüsü ve iştah açıcı) beğe...

Yabancı dil öğrenmek üzerine: DuoLingo deneyimimim

kızımın çizgileri Ülkemizin kanayan yaralarından birisidir sanırım, yabancı dil öğrenmek. Onlarca kurs, yüzlerce kitap, saatlerce ders ve sonuç: anlayan (en azından anladığını düşünen) ve konuşamayan kişiler... Bir yerlerde bir sorun olduğu kesin, ama nerede? Farklı zamanlarda, 3 kez Fransızca kursuna gittim. İlk seferin ardından, aslında bir temel bilgim olmasına karşın, her seferinde en baştan başladım, hiç bilmiyormuşum gibi. Ne yazık ki kurslarda öğrendiklerim kalıcı olamadı. Şimdilerde, 70 gündür, her sabah DuoLingo ile çalışıyorum. Ücretsiz ve arada çıkan reklamlarla devam eden sürümünü kullanıyorum. Eminim farklı online dil kursları da vardır. Online platformda, kurslarda olmayan ne var diye düşününce bir kaç şey tespit ettim. Belki sizlerin de işine yarar diye paylaşıyorum: Yabancı dil öğrenmek, sürekli ve kesintisiz tekrar gerektiren bir süreç. Kurslar, sadece haftanın belli günleri, bir kaç saat için ve çoğunlukla, günün en yorgun olunan akşamlarında oluyor. ...

Göksu Restaurant

Özellikle öğlen saatlerinde Kızılay, Sakarya civarında düzgün yemek yiyeceğiniz bir yer arıyorsanız en doğru seçim Göksu Restaurant olacaktır. Meşhur Otlangaç'ın karşısına denk düşen mekan, hızlı ve özenli servisi, lezzetli ve fahiş olmayan fiyatları ile bölge insanlarının gönlünde çoktan taht kurmuş. Öğle saatlerindeki kalabalığa karşın hızlı ve özenli servisin sırrı yeterli sayıda personel çalıştırmak olsa gerek. Yemeklerinde etsiz çeşitlerinin az oluşu dışında kusuru yok denebilir. Akşam servisini hiç denemedim, ancak akşamları Sakarya'ya gidenlere fazla hitabetmeyebilir. Afiyet olsun. GÖKSU RESTAURANT Bayındır Sokak No: 22 / A Kızılay - ANKARA tel 312 431 47 27 - 431 22 19

Anıttepe, sokaklar, anlamlar

Ankara, ne yazık ki, içerisinden su geçen şehirlerden değil. Aslında daha doğrusunu söylersem, içerisinden geçen suların üzerini kapatıp yok eden bir kent. İncesu deresi, Kavaklı dere, Ankara çayı hep üzeri kapatılıp, halının altına süpürülen tozlar gibi gözden ırak tutulup unutulmuş kent suları. Hal böyle olunca Başkent, akar suyun kente sağlayacağı güzelliklerden yoksun. Neyse ki arayan için gizli güzellikler barındırıyor.   Anıttepe, bu gizli güzellikleri saklayan semtlerden. Anıtkabir, yılın her mevsimi caddelerden eksik olmayan turist otobüsleri, resmi bayramlarda protokol için kapatılan yollar, son dönemde sıklıkla düzenlenen mitinglere ev sahipliği yapan Tandoğan meydanı, Çankaya Belediyesi'nin  konserlerinin mekanı Anıtpark Anıttepe denildiğinde ilk aklıma gelenler. Ve tabii, geçenlerde bir yarışmada soru olarak da yöneltilen sokak isimleri: Ordular, İlk, Hedef, İleri, Ata ve Akdeniz caddesi.    Anıtkabir'in sınırını oluşturan 3 cadde bulunur: Gen...

Eski Maltepe pazarı eski yerinde yakında bizlerle...

Ankaralılar bilir, kot pantolondan araba teybine, ara musluğundan kuruyemişe ne ararsan bulabildiğin hem de uygun fiyata bulabildiğin bir pazar var(dı): Maltepe camisinin üst tarafından pazartesi dışında (o gün semt pazarı kurulurdu) her gün hizmet veren seyyar paravanlarla ayrılmış küçük dükkancıkların oluşturduğu bir pazardı. Bu pazarın bulunduğu araziye bir alışveriş merkezi yapıldı. Ankara'nın en ilginç mimarisine sahip olduğunu düşündüğüm Malltepe Park, eski pazar esnafının ahını almıştı. Sopalarla dövüle dövüle pazar yerinden atılan esnafın tutan ahı, Malltepe Park'ı iflas noktasına getirdi. Market, dükkanlar derken hayalet alış veriş merkezine dönüştü Malltepe Park. Sonunda alış veriş merkezi yönetimi eski (kendi deyimleriyle tarihi) maltepe pazarını Malltepe Park'ın içine taşımaya karar vermiş.  Bugünlerde hummalı bir çalışma sürüyor Malltepe Park'ta. Dükkanlar alçıpanla küçük dükkancıklara bölünüyor. Öğrendiğime göre şimdiden 70'ten fazla pazar esnafı taş...

değişiklik

Sabah uyandığımda bugünün de diğerleri gibi geçeceğini düşünmüştüm. Aynı şeyleri yapıp, aynı saatte aynı yoldan döneceğimi eve. Oysa bu gördüğünüz geçidi kullanıyorum bu kez.  Aslında bir kaç sokak değişikliği tek yaptığım. Kim bilir hangi zamanda yapılmış bu saray kompleksinin kenarındaki yapıya düşürdüm yolumu.  Küçük değişiklikler yapmak gerek hayatta. Bazen öğlen yemeği için tercih ettiğiniz mekânı, bazen kalvaltıda yediğiniz zeytini, bazen ise ev - iş - okul arasındaki sokağı.     

Sokakbaşı Meyhane, nam-ı diğer Hüseyin'in Meyhanesi

Uzunca bir süredir izlediğim tek televizyon yayını Behzat Ç.'nin Hüseyin'in Meyhanesi mekanı olarak kullandığı Sokakbaşı Meyhanesi'ne sonununda gittim. Hatta yanda gördüğünüz üzere Behzat'ın masasında fotografım da var. Mekan, aslında Behzat Ç. öncesinde de bölgede bilinen sevilen yerlerdendi. Esat dörtyolda, köşebaşında yer alan burayı Behzat Ç.'de mekan olarak kullanmak, muhtemelen Erdal Beşikçioğlu'nun zamanında Sokakbaşı'nın çaprazında bir yer işletmesinden kaynaklanıyordur.  Sokakbaşı'na diziden aşinayız. Havalar iyi olduğunda açık havada büyükçe bir yerleri var. İçerisi de küçük sayılmaz. Mezeler lezzetli, fiyatlar pek ucuz sayılmaz. Dizinin etkisi fiyatlara yansımış görünüyor. Behzat'ın masası rezervasyonlu oluyormuş genelde. Yurt içi ve hatta dışından rezervasyon yapılıyormuş. Mekanın garsonları, kim bölümlerde rol almış. Duvarlarda gazete küpürleri ve diziden görüntülerin yer aldığı fotograflar var.  Yakında final yapacak olan Behzat ...

Psikopati / Saul Black

Polisiye romanların klişeleriyle dolu, Hollywood filmlerinden aşina olduğumuz "kahretsin", "aman tanrım", "kahrolası" kalıplarının bolca kullanıldığı çevirisiyle mısır patlağı tadı veren bir kitap Psikopati. Saul Black'ten okuduğum ilk ve büyük olasılıkla son eser. Vaktinizi daha iyi eserleri okumak için kullanmanızı öneririm. 

Yaylapınar (Sinekçiler) Köyü Nazilli tatili

Yazılacaklar birikti, bu gidişler birikmeye devam edecek. Üst üste gelince seyahatler, okunanlar, teknik gelişmeler böyle oluyor. Yavaş düzgündür, düzgün ise hızlı deyip başlayayım bir yerinden.  Geçtiğimiz haftanın 6 gecesini, Aydın'ın Nazilli ilçesinin, eski adıyla Sinekçiler, Yaylapınar köyünde geçirdik. Ne ben, ne de eşim Nazilli'li. Oralarda yaşayan akrabamız da yok. Peki nasıl oldu da bir köyde kaldık 6 gece. Pınar Kaftancıoğlu sayesinde. Kendisini büyük şehirlerde, özellikle İstanbul'da, yaşayan çocuk sahipleri tanıyacaktır. Ayşe Arman'ın söyleşisinden sonra tanıyanlar ve alış veriş yapanların sayısında ciddi artış olmuş. Siz tanımayanlardansanız İpek Hanım'ın Çiftliği'nin web sayfasına bakmanızı ve yazının geri kalanını sonra okumanızı öneririm.  Kaftancıoğlu, bana kalırsa ülkemiz için uygulanabilir bir kalkınma modeli oluşturmuş. Ülkemiz, her ne kadar son dönemlerde ihmal edilmiş olsa bile, bir tarım ülkesi. Tarıma elverişli topraklara ...

boşluk

"Bak ne yaptım, piramidi avucumun içine sığdırdım."   Benzeri milyon kez çekilmiş bir fotoğrafı kendi telefonuyla da kaydetmiş olmanın anlamsız gururu ve mutluluğu sesine yansıyordu. Bak diye seslenmişti ama seslendiği yerde boşluk dışında bir şey yoktu.  Hayatının tümünü kaplayan büyük boşluk. Oysa aşıklar kentine yalnız gelmek değildi planı. Bu hafta çok farklı geçecekti.  Nikahın ardından balayı için geleceklerdi Paris'e. Kalacakları oteli iki ay öncesinden ayarlamıştı. Bir haftalık tatilde gezecekleri yerleri belirlemişti gün gün, hatta saat saat.  Şimdi avucunun içine sığdırdığı piramidin yerinde sevgilisinin eli olabilirdi.  Eğer nikaha bir saat kala, bu iş olmayacak, ben vazgeçtim demeseydi.