Ana içeriğe atla

DVB-T2 Şebekesi kurulmalı mı?

Yazılarımı "etiket"liyorum. Bu sayede hem ben, hem okuyucularım belirli bir konuda daha önce yazdıklarıma ulaşabiliyor. Her yazının altında, yazının içeriğine uygun etiket bulunuyor. Belli başlı etiketleri, sayfanın üst bölümünde topladım. Bu yolla, bir şekilde sayfaya ulaşmış kişileri sürekli okuyucu haline dönüştürmeyi amaçladım. DTT, bu etiketlerden birisi. Digital Terrestrial Television yani Sayısal Karasal Televizyon kelimelerinin başharflerinden oluşan bir kısaltma. DTT etiketi altında sayısal karasal televizyon yayıncılığı konusundaki yazılarıma erişebilirsiniz. Yan taraftaki menüde görebileceğiniz gibi, bugün (10 Temmuz 2016) için DTT etiketli 100 yazı bulunuyor blogumda. Bu yazı, 100 numaralı olanı. 

Bugün için Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkeler arasında DTT şebekesi HİÇ olmayan bir ülke yok. AB üyesi ülkelerde televizyon yayınlarına erişim şekli, ülkeden ülkeye büyük farklılıklar gösteriyor. Örneğin İspanya'da hanelerin %90'ı televizyon yayınlarını DTT şebekesi üzerinden izliyorken bu oran Almanya için %7. Almanya'da televizyon izlemek için en çok tercih edilen yöntem ise %50'lik bir oran ile uydu. Bu tercihlerin ayrıntılarını okumak için buraya tıklayabilirsiniz

Ülkemizde ise DTT şebekesi HİÇ yok. Ankara'da süren deneme yayınını ŞEBEKE (Network - Ağ) olarak adlandırmak olanaklı değil elbette. Adı üzerinde DENEME yayını. 

Bugün için ülkemizde televizyon yayınlarına erişim konusunda oranları siz de tahmin edebilirsiniz sanırım. Birinci sırada ezici bir çoğunlukla uydu geliyor. Onu kablo izliyor, değişmeyen bir oran ile. Ardından emekleme aşamasındaki IPTV şebekelerinin aboneleri, ki RTÜK'ün sınıflandırmasında IPTV'ler de Kablo TV yönetmeliklerine göre işlem görüyor. Karasal televizyon ise analog olarak sürdürülüyor, ancak bu "sürdürme" ne kadar doğru bir ifade belirsiz. 

Normal şartlarda "televizyon" adı verilen ve üzerinde alıcı ünitesi, İngilizce ifadesiyle "tuner : tüner" barındıran "monitör, ekran"ın düğmesine bastığınızda ve bir basit anten taktığınızda yayınına erişebiliyor olmanız gerekir. Eskiden olanaklıydı böylesi bir şey. "Anteni çevir", "karlı görünüyor" ifadelerini bugünün gençleri hiç duymadı muhtemelen. Bu ifadeler ile eriştiğimiz, karasal analog televizyon yayınlarıydı. Uydu ve kablo ortamlarındaki yayınlar, teknolojinin gereği olarak, sayısal hale gelip kalitesi arttı. Karasal şebekede ise bu yönde yapılması gerekenler yapıl(a)madı ve karasal televizyon yayıncılığı unutuldu. Belki unutturuldu demek daha doğru olacak. Tıpkı bir zamanlar musluklarımızdan akan suyu içmeyi unuttuğumuz gibi. 

Bugün için evlere damacana ile su almak "doğal", "olması gereken", "başka türlüsü düşünülemeyecek" bir şey haline gelmiş durumda. Kimse "neden biz musluktan akan suyu içemiyoruz gönül rahatlığı ile" diye sormuyor bile. Farklı su üreticilerinin fiyatlarını kıyaslıyoruz. "O pahalı", "şu ucuz ama damacanasında BPL maddesi varmış", "cam damacanalar iyi temizleniyor mu".... Bir çok şeyi konuşuyoruz ancak bundan, çok değil 20 sene önce, musluktan akan suyu hiç düşünmeden, endişe etmeden içebildiğimizi hatırlamıyoruz bile. Su ile televizyonun ne ilgisi var demeyin hemen.

Bugün için abone olmadan izleyebildiğimiz uydu üzerindeki şifresiz kanalların şifresiz olarak yayınlarına devam edeceklerinin hiçbir garantisi yoktur. Gene bir kısaltmayla FTA (Free To Air: Havaya Özgürce) olarak adlandırılan bu şifresiz kanalların bu kadar fazla sayıda olduğu başka bir Avrupa ülkesi bulunmamaktadır. Bu ülkemize özgü durumun nedenleri başka yazılara hatta yüksek lisans tezlerine konu olacak kadar ayrıntılıdır. Bu "ülkemize özgü durumun" sonsuza kadar devam etmeyeceği ise eşyanın tabiatı gereğidir. Gelelim karasal yayıncılığa ve bunun damacana su ile ilişkisine...

Karasal televizyon yayıncılığı, kamusal bir kıt kaynak olan frekans tayfının (spektrum) belirli bir bölgesi kullanılarak yapılagelmiştir. Bu belirli bölge, mobil (bir değerli yorumcunun ifadesiyle "gezgin") iletişim sistemlerinin de kullandığı bölge ile çakışmaktadır. Avrupa ve dünyanın diğer ülkelerinde, karasal yayıncılık sayısal hale dönüştürülerek televizyon yayıncılığı için gerekli olan frekans bandının daraltılması sonucu açığa çıkan "fazla band" mobil iletişim hizmetleri için tahsis edildi. Ülkemizde ise karasal televizyon yayınlarının sayısallaştırılması bile yapılmadan, bandın üst bölümü (800 MHz üstü) mobil iletişim şebekelerinin kullanımına tahsis edildi. Zaten analog karasal televizyon yayınlarını izleyen neredeyse kalmadığı ve 800 MHz üzerinde de yayıncı olmadığı için bu tahsis kimsenin televizyon izlemesini etkilemedi. 

Bugün için, Avrupa'da ve dünyada karasal televizyon yayıncılığı için kullanılan 470 - 694 MHz bandının tümüne talip mobil iletişim sistemleri işletmecileri. Avrupa ve dünyada hem sayısal karasal televizyon şebekeleri için yatırılan milyar dolarlar hem de bu şebekeleri kullanarak yayın izleyen milyarlarca insan olduğu için böylesi bir tahsis gerçekleştirilemiyor. Ancak ülkemizde DTT şebekesi için harcanmış bir TL bile yok ve televizyon yayınlarında DTT'nin payı da SIFIR. Hal böyle olunca, bu kıymetli bandın mobil iletişim için tahsisi daha sorunsuz görünüyor. Hatta mobil şebekeler bu bant için ödemeye razı olacakları lisans bedeli, televizyon yayıncılarının ödemek isteyecekleri bedellerden kat be kat yüksek olacaktır muhtemelen. 

Yukarıdaki paragrafta kısaca özetlemeye çalıştığım durumu çok daha ayrıntılı olarak, Elektrik Mühendisliği Dergisi'nde yayınlanan LTE ve Yayıncılık başlıklı yazımda tartışmaya çalıştım. O yazımı aşağıya alıntıladığım paragraf ile bitirmiştim:
Frekans bandının hangi amaç için kullanılacağına ilişkin verilecek karar, sadece teknik olmayacaktır. Kamusal kıt kaynak niteliğindeki frekans bandının hangi hizmet için kim tarafından kullanılacağına dair karar verilirken meslek odamızın da sürece müdahil olması gerektiğine olan inancımla yazımı noktalamak istiyorum.

Yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi bandın hangi amaç için tahsis edileceği kararı politik/ekonomik/teknik olacaktır. Damacana suya dönersek, nasıl musluktan akan suyun güvenle, endişe etmeden içilebilir olması bir kamusal haktır, televizyon yayınlarının ÜCRETSİZ olarak izlenebilmesi de bir kamusal haktır. Yayınların niteliği/niteliksizliği, taraflılığı/tarafsızlığı, uyarıcı/uyuşturucu olması gibi konular başka tartışma konularıdır. 

Yazının başlığındaki soruya dönersek, yanıt kısa ve nettir: ELBETTE. 

Yorumlar

Son ayın en çok okunan 10 yazısı

Kocadağ At Çiftliği Kocadağ Köyü / Havran

Deniz, kum, güneş tatilinden sıkıldıysanız ve Edremit körfezi civarındaysanız size süper bir alternatif: At binmek. Edremit'ten Balıkesir'e giden yol üzerindeki şirin ilçe Havran'ın Kocadağ köyünde bu mekan. Henüz dört yaşında olan iki(z) kızlarımız çok keyif aldılar at binmekten. Altınızda sizden epey güçlü b ir hayvan varken dengede durmaya çalışmak, yorucu bir o kadar da keyifli bir uğraş. Eğer hayatınızda at binmeyi hiç denemediyseniz, emin olun deneyince siz de kabul edeceksiniz, çok şey kaçırmışsınız demektir.    Kocadağ At Çitfliği'nde at binmenin yanı sıra lezzetli mutfağını da deneyebilirsiniz. Mantı, haşlama içli köfte, ızgara köfte ve elbette demleme çay. Fiyatlar derseniz bu konuda ucuz / pahalı yorumu yapmak istemiyorum. Bunun yerine bir kaç seçtiğim ürünün fiyat bilgisini paylaşacağım. Ancak, öncelikle sipariş edeceğiniz yiyeceklerin hepsinin büyük bir özenle hazırlanıp, aynı özenle servis edildiğini belirteyim. Biz mantı, içli köfte, ızgara hellim ve

bir kez daha, nedir bu sayısal karasal televizyon?

Blog sayfamda DTT etiketiyle yayınlanmış 100'e yakın içerik bulunsa da, geçenlerde buluştuğumuz lise arkadaşlarımın sorusu üzerine, bir kez daha yazmaya karar verdim. Bilenler, okumadan geçebilir. Bilmeyenler ve sektörün uzağındaki kişiler düşünülerek hazırlanmış bir yazıdır.  Soru - yanıt şeklinde kurgulanmış yazılarımın daha çok okunduğu gözlemi üzerine, buyurun sık sorulan sorularla Sayısal Karasal Televizyon: Şimdi tam olarak neden bahsediyoruz? Çanak ile izlediğimiz televizyon mu?

Anıttepe, sokaklar, anlamlar

Ankara, ne yazık ki, içerisinden su geçen şehirlerden değil. Aslında daha doğrusunu söylersem, içerisinden geçen suların üzerini kapatıp yok eden bir kent. İncesu deresi, Kavaklı dere, Ankara çayı hep üzeri kapatılıp, halının altına süpürülen tozlar gibi gözden ırak tutulup unutulmuş kent suları. Hal böyle olunca Başkent, akar suyun kente sağlayacağı güzelliklerden yoksun. Neyse ki arayan için gizli güzellikler barındırıyor.   Anıttepe, bu gizli güzellikleri saklayan semtlerden. Anıtkabir, yılın her mevsimi caddelerden eksik olmayan turist otobüsleri, resmi bayramlarda protokol için kapatılan yollar, son dönemde sıklıkla düzenlenen mitinglere ev sahipliği yapan Tandoğan meydanı, Çankaya Belediyesi'nin  konserlerinin mekanı Anıtpark Anıttepe denildiğinde ilk aklıma gelenler. Ve tabii, geçenlerde bir yarışmada soru olarak da yöneltilen sokak isimleri: Ordular, İlk, Hedef, İleri, Ata ve Akdeniz caddesi.    Anıtkabir'in sınırını oluşturan 3 cadde bulunur: Gençlik, Mareş

Yabancı dil öğrenmek üzerine: DuoLingo deneyimimim

kızımın çizgileri Ülkemizin kanayan yaralarından birisidir sanırım, yabancı dil öğrenmek. Onlarca kurs, yüzlerce kitap, saatlerce ders ve sonuç: anlayan (en azından anladığını düşünen) ve konuşamayan kişiler... Bir yerlerde bir sorun olduğu kesin, ama nerede? Farklı zamanlarda, 3 kez Fransızca kursuna gittim. İlk seferin ardından, aslında bir temel bilgim olmasına karşın, her seferinde en baştan başladım, hiç bilmiyormuşum gibi. Ne yazık ki kurslarda öğrendiklerim kalıcı olamadı. Şimdilerde, 70 gündür, her sabah DuoLingo ile çalışıyorum. Ücretsiz ve arada çıkan reklamlarla devam eden sürümünü kullanıyorum. Eminim farklı online dil kursları da vardır. Online platformda, kurslarda olmayan ne var diye düşününce bir kaç şey tespit ettim. Belki sizlerin de işine yarar diye paylaşıyorum: Yabancı dil öğrenmek, sürekli ve kesintisiz tekrar gerektiren bir süreç. Kurslar, sadece haftanın belli günleri, bir kaç saat için ve çoğunlukla, günün en yorgun olunan akşamlarında oluyor.  Fi

Eski Maltepe pazarı eski yerinde yakında bizlerle...

Ankaralılar bilir, kot pantolondan araba teybine, ara musluğundan kuruyemişe ne ararsan bulabildiğin hem de uygun fiyata bulabildiğin bir pazar var(dı): Maltepe camisinin üst tarafından pazartesi dışında (o gün semt pazarı kurulurdu) her gün hizmet veren seyyar paravanlarla ayrılmış küçük dükkancıkların oluşturduğu bir pazardı. Bu pazarın bulunduğu araziye bir alışveriş merkezi yapıldı. Ankara'nın en ilginç mimarisine sahip olduğunu düşündüğüm Malltepe Park, eski pazar esnafının ahını almıştı. Sopalarla dövüle dövüle pazar yerinden atılan esnafın tutan ahı, Malltepe Park'ı iflas noktasına getirdi. Market, dükkanlar derken hayalet alış veriş merkezine dönüştü Malltepe Park. Sonunda alış veriş merkezi yönetimi eski (kendi deyimleriyle tarihi) maltepe pazarını Malltepe Park'ın içine taşımaya karar vermiş.  Bugünlerde hummalı bir çalışma sürüyor Malltepe Park'ta. Dükkanlar alçıpanla küçük dükkancıklara bölünüyor. Öğrendiğime göre şimdiden 70'ten fazla pazar esnafı taş

Pazr günü eğlencesi: Eymir gölü etrafında bisiklet sürmek

Sadece ODTÜ öğrenci ve çalışanlarının bir de göl kartı sahiplerinin girebildiği düşünülür Eymir gölüne. Oysa, eskiden olduğu gibi bugün de arabasız girdiğiniz sürece, kimse kimlik sormaz kapısında. Birisi TRT'nin Oran yerleşkesinin yanından inen yolun sonunda, diğeri Gölbaşı'ndaki TEİAŞ tesislerini geçince olmak üzere iki kapısı bulunur bu küçük göl ve çevresinin. ODTÜ arazisidir ve içerisinde piknik yapmak yasaktır. Son düzenlemeler sonrası üniversite arazisi olduğu için içeride alkol satışı yasaklanmıştır. Yakın zamanda üniversite yönetiminin aldığı bir karar ile Eymir gölü çevresine haftasonları araç girişi tamamen yasaklandı. Her iki kapının yakınında, ODTÜ'de görev yapan güvenliklerin kontrol ettiği park alanları oluşturuldu. Ücretsiz olan bu alanlara aracınızı bırakıp yürüyerek göl çevresine girebiliyorsunuz. İçeride her 10 - 15 dakikada bir hareket eden ring servisleri bekliyor. Lokantaların olduğu yerlerde durakları var. Dönüş için de aynı araçları kullanabili

29 Ekim 2024

Cumhuriyetimizin 101. yılı kutlu olsun. 20 senedir, neredeyse kesintisiz devam eden Türkçe blog sayısı fazla değildir muhtemelen.  Videolar, internette geçirilen zamanın büyük bölümünü işgal etmezken daha çok okunurdu yazdıklarım. Son dönemde yazılarımın sıklığı azalsa bile blogu açık tutmayı sürdüreceğim. Eskiden izlediğim filmler ile ilgili bir şeyler de yazardım. MUBİ platformunda  izlediğim Faruk'u önererek bitireyim.  Nice 101 senelere...

Emeklilik

Emeklilik başlıklı yazımı hazırlamanın kolay olacağını düşünmüştüm. Yazıp sildikçe, tahminimin doğru olmadığını gördüm. 1995'te üniversiteden mezun oldum ve çalışmaya başladım. Bu sene Mart'ın son günü emekli olana dek neredeyse kesintisiz çalıştım.  "Emeklilik" kavramı üzerine yazmak istiyorum ancak söz dönüp dolaşıp neden emekli oldum, emekli olduktan sonra büyük bir heyecanla başladığım ve kelimenin gerçek anlamıyla gecemi gündüze katıp çalıştığım yeni işimden 3 ay sonunda neden ayrıldığım gibi konulara geliyor. Aynı tuzağa bu kez düşmeyeceğim ve emeklilik kavramı üzerine kalem oynatacağım. Osmanlıca'da tekaüt ya da takaüt kelimesi kullanılırmış, ki oturmak kökeninden gelirmiş . Emekli olana ise mütekaid denilirmiş. Emek sahibi, emek vermiş anlamına gelsin diye mi emekli kullanılıyor günümüzde emin değilim. 18-20'li yaşlarda başlayan çalışma hayatı, ömrün sonuna kadar sürmüyor. Çalışma hayatı boyunca, hafta içi günlerin gündüzlerini kapsayan vakitlerimi

Göksu Restaurant Nenehatun şubesi açıldı

ve beklenen gerçekleşti...Ankara'nın Sakarya caddesine açılan Bayındır sokakta yer alan Göksu, gönüllere taht kurdu. Gerek servisi, gerek yemeklerin lezzeti vazgeçilmezler arasına girdi. Mekanın Kızılay'ın göbeğindeki Sakarya caddesinde olması, kimilerini üzüyordu. Özellikle Kızılay'a hiç inmeyenler, kalabalığı sevmeyenler yukarılarda bir Göksu hayali kuruyordu. Uzun sürdü inşaat. Nenehatun caddesi ile Tahran caddesinin kesiştiği köşede yer alan binanın inşaatının neden bu kadar sürdüğünü pek anlamamıştım, düne kadar. Dışarıdan 4-5 kat görünen bina toplamda 10 katlıymış. Üstte 3 kat içkili restaurant (ki bu bölüm henüz açılmamış), girişte bekleme salonu ve bar-kütüphane, girişin altında işkembe ve kebapçı (ki bu bölüm hizmet vermeye başladı), işkembecinin altı tam kat mutfakmış, onun altında garaj-çamaşırhane ve en altta iki kat konferans salonu olarak düzenlenmiş öğrendiğime göre. İlk ziyaretime ait fotografları (binanın dıştan çekilmiş bir görüntüsü ve iştah açıcı) beğe

Civitas - Suadiye / İstanbul

Sadeceözgür, 2004 doğumlu bir blog. Başlangıç senelerinde, "mekân" etiketli bir çok yazı yayınladım. O tarihlerde Google Haritalar hizmeti yoktu hayatımızda. Artık, ben de bir çok kişi gibi, Google Haritalar'a yazdığım yorumlar ile gittiğim mekânları değerlendiriyorum. Bu yüzden "mekân" etiketli son yazım 2019 tarihli ve o yazı film yıkatıp negatiften baskı alabileceğiniz mekânlarla ilgili .  Bu giriş paragrafının ardından gelelim bu yazıyı neden hazırladığıma. Malûmunuz, İstanbul sokakları ve kafelerini keşfetmeye devam ediyorum. Bu keşifleri, zaman zaman blogda da paylaşmaya karar verdim. Civitas , bu serinin ilk yazısına konu oldu.  İstanbul'un Anadolu Yakası'nda, Marmara kıyılarına yakın, güzide semtlerinden Suadiye'deki bir kafe Civitas . Mekâna ilk ziyaretimde sadece kahve içmiş, vitrindeki tatlıların görüntülerine hayran kalıp, bir daha gelmeliyim diyerek, ayrılmıştım. İstanbul gibi devasa bir şehirde yaşayınca, bir daha, bir sene sonraya den