Gölgeleri oldum olsası sevdim. Işığın somut göstergesi gibi geldi bana. Işığın yönüne ve şiddetine göre değişmesini, hayatın farklılaşan akışına benzettim. Uzayan kısalan, koyulaşan belirsizleşen gölgeler... Gölgelerin bu suskun ama etkili varlığı çağrışımlar yaptı ömrüm boyunca. Kökenleri çocukluk yıllarıma kadar uzanıyor belki. Ağaçların uzayan gölgelerini izlerken fark etmiştim ışığın ve karanlığın birbiriyle oyununu. Her gölgenin, öyküsü başkaydı; kimi dinginlik, kimi merak, kimi endişe içerirdi. Sessiz sinema gibi, sözsüz öyküler, giz ile görünen arasındaki ilişkiyi mi yansıtıyor acaba? Gölgelerin etkileyici olmaları biraz da bu yüzden sanırım, hayal gücümüzü işe koymaları. Görünen ile giz arasını doldurması bize kalıyor.
Feriye, 2016 |
Yakın tarih okumalarına devam ediyorum. Bu kez, inceleme ya da anı değil okuduğum, bir roman. Dönemin, yakın tarih olarak adlandırdığım 1870-1930 arası dönemin, tanıdığı Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun bir eseri: Sodom ve Gomore. Karaosmanoğlu'nun Yaban adlı romanını okumuştum yıllar önce. Sanırım lise yılları, nereden baksanız 25 yıldan fazla olmuş. Kiralık Konak, Hüküm Gecesi ve Yaban okunacaklar listesine yeni girenlerden.
Mütareke yıllarının İstanbul'unu anlatıyor Karaosmanoğlu. Romanın adı, Lut kavminin yaşadığı söylenen kentlerden geliyor. Lut kavmi ve yaptıklarına dair kutsal metinlerde kıssalar anlatılmış. İmparatorluğun başkentinin Sodom ve Gomore'ye benzetilmesi, içine düşülen durumun vahametini gösteriyor. Romanın kahramanlarının ilişkileri, batı hayranlığının ulaştığı nokta çarpıcı bir dille anlatılıyor. Anadolu'da bir mücadele sürerken başkentin bir bölümü dünya zevklerine dalmış görünüyor. İşgal subayları ile her türlü ahlak kurallarının çiğnendiği ilişkiler yaşanıyor.
Sonuçta Karaosmanoğlu'nun 1928'de yazdığı bir roman elbette. Tarihi bir metin gibi değerlendirmemek gerekiyor belki. Ancak, dönemin ilişkilerini yazarın gözünden okumak ilginç geldi bana gene de. Yazar, romanın bir yerinde şu saptamayı yapıyor:
"Tanzimat devrinin ortaya attığı o biçim alafranga Türkler'dendir ki Türk'ten başka her milletin gücüne inanırlar ve Türkiye'ye ait meselelerin mutlaka başkaları tarafından halledileceği fikrindedirler." s.288
Bugün de kimileri için geçerliliğini koruduğunu düşünüyorum bu tespitin. Romanda kendi aralarındaki mektuplaşmayı Fransızca yapanlar garip gelmişti ilk okuduğumda. Oysa bugünden bakarsanız, ben dahil bir çoğumuz çocuklarımıza anaokulundan itibaren İngilizce öğrenmesi için çabalıyoruz. Kimimiz, Fransız okuluna gönderiyor çocuğunu. Fransızca öğrenmesin, İngilizce konuşmasın değil meselem. Ancak siz Londra'da, Paris'te, Berlin'de böylesi bir çaba görebilir misiniz? Henüz anadilini tam konuşamazken, çift dilli olsun çocuğum gayretinin başka gerekçeleri var sanırım, kendimize bile itiraf edemiyor olsak da.
Roman, elbette ne tüm İstanbul'u anlatıyor ne de tüm Beyoğlu'nu. Bir kesit sunduğu. Benim için ilgi çekici olan, tarih derslerimizde bu dönemin de pek sözü edilmez. Çanakkale geçilmez diye anlatılır hep mesela. Doğrudur, 1915-16'da geçilememiştir Çanakkale. Peki sonra? İşgalcilerin gemileri Karadeniz üzerinden mi gelmiştir İstanbul'a? Hep İzmir'in kurtuluşu anlatılır mesela gene. Ama İstanbul nasıl kurtulmuştur? 9 Eylül 1922'de mesela, Yunan askeri İzmir'den kovulurken, İstanbul'da neler olmuştu? Kentin yönetimi ve denetimini kim yapıyordu? Bir çok soru var aklıma takılan, devrim tarihinin anlatımına dair. Neyse ki çocuklar büyüdükçe, onlarla birlikte yeniden okuyacağım nasıl anlatıldığını.
Mütareke dönemi İstanbul'unu hissetmek için Cahit Uçuk'un Bir İmparatorluk Çökerken ve Ayşe Kulin'in Veda, Esir Şehirde Bir Konak adlı kitaplarını da öneririm.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız denetimimden geçtikten sonra yayınlanacak. Beğenmediklerinizi hakaret içermeyen şekilde ifade edin lütfen.