Ana içeriğe atla

yürüyen merdiven

Metrodan çıkmak için yürüyen merdivene adımımı attığımda, dışarıda beni nelerin beklediğinden haberim yoktu. Okula, işe yetişme telaşında olanların kalabalığı bitmiş, toplu ulaşım, acelesi olmayanlara kalmıştı. Merdivenin son basamağını geldiğimde sokak sakin ve huzurlu görünüyordu.  Sabahın serinliği yerini öğleye geçişin ılıman haline bırakmıştı.  Kediler ve martılar duvar diplerine bırakılmış yemleri paylaşıyor, kargalar bu paylaşımdan kendilerine de pay düşecek mi merakıyla olan biteni izliyordu.  Her zaman döndüğüm sokağı es geçip ilerledim. Yeni sokak, yeni binalar, yeni yüzler... Tek sokak değiştirince bile karşıma çıkanların farklılığı şaşırttı.  Yürümeyi sürdürdüm. Güneş yükselirken bulutsuz gökyüzü alabildiğine maviydi. Karşılaştığım insanların kiminin yüzü tanıdık gelse de bir çoğunu ilk kez görüyordum. Oysa sadece bir sokak değiştirmiştim.  Sokağın sonundaki kafenin bahçesinde yaşlı bir çift sabah kahvesi içiyordu. İkisi de sokağa dönük, yan yana san...

benim Paris maceram

Paris'te geçirdiğimiz 2014 yılı bana, özellikle kendimle ilgili, epey şey öğretti. Blogda Paris konulu üç kişiyle dört söyleşi yayınladım bu güne kadar. İki yeni söyleşinin de sorularını gönderdim, sevgili arkadaşlardan yanıtlarını bekliyorum. Bu arada, orada sekiz ay kadar yaşamış olarak, ben nasıl hatırlıyorum, neler düşünüyorum dedim kendime ve aşağıdaki söyleşi çıktı ortaya. Muhtemeldir ki bu söyleşi, ilerleyen dönemlerde yeni soruların eklenmesiyle uzayacak. 
  • Paris'e ne zaman ve neden gittim?
2014 Ocak ile Ağustos ayları arasında Paris'teydik ailecek. Aslında Haziran başına kadar tüm aile, Temmuz ayında ise iki kişilik orijinal haliyle ailemiz Paris'teydi. Nedeni basit, eşin iş durumu :) 
  • Ne bekliyordum, ne buldum?
Aslında beklediğim fazla bir şey yoktu. Ankara'da kendi rutininde süren ve gittikçe sıkıcılaşan iş ortamından uzaklaşacağımı düşünerek heyecan bile duymuştum ilk başta. Sonradan, gün yaklaşınca, ev bul, çocukların okullarını planla, Paris'teki günlük hayatın akışını fark et, pek hevesim kalmamıştı. Sonuçta 5 yaşında iki(z) kızımız ve ev işleriyle ilgilenmek, büyük oranda benim işim olacaktı. Ev işleriyle bir derdim olmamakla birlikte çocuklarla başbaşa olma fikrini çok heyecan verici bulmuyordum. 
Paris'te işler, başlarda beklediğimden kolay oldu. Evi, bir hafta içerisinde tuttuk. Oldukça merkezi, cadde üzeri, dubleks bir apartman dairesi bulduk. Eşyaları ikeadan alınmış, modern tarz döşenmiş iki odalı evin kirasına İstanbul'da yalı tutulur. Çocukların okulu da yürüme mesafesindeydi. Herşey iyi ve güzel gelişirken Fransızca kursuna kayıt yaptırdım. İşlerin ters gitmeye başlaması sanırım o kurs ile oldu. 

40 yaşında Paris'e gelmiş birisi olarak 20'li yaşlarında, önlerinde henüz şekillenmemiş hayatları ve olanca enerjileriyle, her biri ayrı milletten gençlerle aynı sınıfta olmak, artık orta yaşlı, çocuklu ve göbekli birisi olduğum gerçeğiyle yüzleştirdi. Buna bir de mesleki olarak istediği yerin pek de yakınına yaklaşamamış hissetmek ve Fransızca'nın kendisine has zorlukları eklenince işler sarpa sarıyordu benim için. 

Tüm bu olumsuzluklara çocukların okullarında mutsuzlukları da eklendi bir süre sonra. Haliyle Fransızca anlamayan, İngilizceleri çok yetersiz kızların neşesi yerini tedirginliğe bırakmaya başladı. Hafta sonları parklar ve müzelerde güzel vakit geçiriyorduk geçirmesine ancak, çocukları her sabah okulda ağlarken bırakıyor olmak çok saçma gelmeye başlamıştı ki, çocuklarla geri dönmemizin uygun olacağına karar verdik. Eylül ayı ile birlikte 3-4 ay kadar iki çocukla Ankara'da olmak, Paris'te ana sınıfına başlamalarından daha kolay göründü gözümüze. Bugünden bakınca çok yerinde bir karar verdiğimizi düşünüyorum. 

Gitmeden önce Paris'te iş bulabileceğim gibi gerçeklikten uzak bir kanıya kapılmıştım. Sonuçta mesleğimin ülke uygulamalarına hakim olsam da teknolojide bir numara falan değilim. Her horoz kendi çöplüğünde öter sözünün ne kadar doğru olduğunu bir kaç başvuru sonrası gördüm. Burada artı puan olarak CV'ye yazdığımız fluent English'in aslında pek de fluent olmadığını, moderate German'ın Fransa'da bir anlam ifade etmediğini elemantary French'in ise ana dili Fransızca olan adamlara komik geldiğini görmek ağır geldi.

Günlük hayatta kibrin dibini bulmuş Parizyenler, tuz ve biber olarak mutsuzluk çorbamıza eklendi. Çocuklara karşı tahammülsüz, burnu kaf dağında Parizyenlerle rast geldiğimizde, ki Paris'te yaşayınca bu her sokağa çıktığımızda demek oluyor aslında, hepimiz geriliyorduk. En büyük korkum, çocuklarla zor bir durumda kalmaktı. Neyse ki orada yaşayan ve halen bir şekilde görüştüğümüz Türkiye'den gitme dostların telefonlarını kaydetmiştim cep telefonuna. Biri elçilikte görevli olan dostumuz, en büyük güvencemdi. Bir şey olursa ararım, bizi zor durumdan kurtarır elbet diye düşünmek bile rahatlatıyordu beni. Peki olumsuz bir şey oldu mu diye sorarsanız, çok şükür derim. 
  • Bir yıl nasıl bir süre?

İnsanın en büyük özelliği duruma uyum sağlaması sanırım. Benim sorunum ise uyum sağlamak için bir nedenimizin olmayışıydı. Eğer hayatımızı Paris'te sürdürmek için bir karar vermiş olsaydık, ona göre davranırdım. Zor da olsa Fransızca öğrenir, çocuklar ağlasa da bir kaç ay sonra alışır, iyi kötü, kaçak göçek bir iş bulup çalışmaya başlardım. Ancak sorun sürenin bir yıl ile sınırlı olmasıyla başlıyordu. Bir yıl, uzun gibi görünse de aslında böylesi bir değişiklik için çok zor bir süre. Altı ay olsa mesela, uzun bir tatil gibi düşünülebilir. İki yıl olsa, orada iyi kötü yerleşmiş gibi yaşanabilir. Bir yıl ise tatil gibi yaşamak için fazla uzun, yerleşmiş gibi yaşamak için fazla kısa. 

  • Hiç mi olumlu bir yanı yoktu Paris'te olmanın?
Bülbül, kafes ve vatan derim bu soruya. Malum bülbülü altın kafese koymuşlar, ille de vatanım demiş. Paris, gerçekten özenle yapılmış, tasarlanarak mükemmelleştirilmiş bir sanat eseri gibi. Caddelerin büyüklükleri, binalar yüzyıldır değişmemiş çoğu yerde. Sidik koksa da metrosu, grev olmadıkça, iyi işliyor. Otobüs deseniz, 1970'lerde yazılmış bir kitap okurken fark ettim ki hat numarasına kadar aynı. Parklar, 1950'lerden bir film seyredin Paris'te geçen aynı ekipmanıyla duruyor yerinde. Ama, ille de kırılan fişkiyesiyle Ankara :)


Yaşadığı kentin müzelerine gitmemiş insanlar, yabancı bir ülkeye geldiğinde, moda müzeleri ziyaret etmek gibi bir hevese kapılıyor. Paris denilince Louvre'u görmek gerek demiş birileri geldiği kentte. Hadi görelim diye hareketlenmiş turistimiz de. Kapıdaki kuyruğu, müzenin, aslında sarayın, büyüklüğünü görünce vazgeçer gibi olmuşsa da yılmayıp içeri girmiş ve bir kaç salondan sonra fiziksel yorgunluk, bir şey anlaması gerektiğini düşünüp bir şey anlamamanın verdiği iç sıkıntısı ile bankta oturup kalmış turistlerle birlikte dolaştım Louvre'u. Ankara'nın büyük müzelerine bir kaç kez gitmiş, Louvre öncesi, müzenin kitabını alıp dersime çalışmış, yanımda resim konusunda son derece yetenekli bir akrabam olsa bile, günün sonuna doğru bunalmıştık ikimiz de. Öyle tek günde tüm müzeyi dolaşma gibi bir hevese kapılmamak gerek. İlginizi çeken bir bölüme odaklanmak en doğrusu. Bir de ne yapın edin mobilyaların sergilendiği salonu görün derim. Hamurabi'nin yasalarının yazılı olduğu taş da Louvre'un koleksiyonu arasında. 

Orangerie diye bir müze var, Louvre'a yakın. Seine nehri kıyısında. Bence resimlerle aranız çok yok ise ama bir Monet, Picasso falan göreyim, belki severim diyenlerdenseniz benim gibi, L'Orangerie çok doğru bir tercih olacaktır. Sonuçta eserleri göre göre, biraz da okumaya ilginiz varsa, artık dönemleri anlamaya başlıyor insan. Paris'in bana en büyük katkısı bu oldu sanırım. 

Elbette bir de kafeleri. Bir masa daha küçük nasıl yapılır, bir sandalye diğerine en çok nasıl yaklaştırılır, bir kaldırıma kaç kişi sığdırılabilir ve bu kadar sıkış tepiş oturmaya razı olmuş insancıklar nasıl terslenir işte size Paris kafeleri. Kafanıza atar gibi verdiği yiyecek içecek listesi, anlamamakta ısrar ettiği kötü Fransızcanız ile kendince eğlenmesi, bien küi (iyi pişmiş) demenize karşın içinden kan çıkan etleri ile Ankara'nın kebapçılarını daha bir sevmemi sağladı. 

Yorumlar

  1. Sevgili Coşar,yaşadıklarınızı-hissettiklerinizi ne kadar sıcak,ne kadar içten biçimde satırlara dökmüşssünüz.Benzer deneyimi yaşayan birisi olarak,sizi gayet iyi anladığımı söyleyebilirim.Ya, sizi bu gidişle bir yerlerden sanki tanıyacak gibiyim.O.D.T.Ü;Ankara'da yaşamak,gerçi başka bir mühendislik(Makine) ama yine de benzer yollardan geçmek vb.Pek çok yazınızda sımsıcak bir üslupla bahsettiğimiz Ankara sokakları bahsinde,ne yapıp edin sakin bir günündeki Bahçelievlerin o eski güzelim sokaklarını da mutlaka adımlayın,yazıya dökün derim.İçten sevgiler,saygılar.Caner

    YanıtlaSil
  2. Eyvallah Caner hocam. Ankara'nın her yeri benim için ayrı güzel. Bir bahçeli turu iyi fikir. Havalar da böyle güzelken, Gençlik caddesinden başlayıp Anıtkabir etrafından dolaşıp bahçeliye dalmak. Oralarda bir caddede eski bir sahaf da vardı. Belki halen duruyordur.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Yorumlarınız denetimimden geçtikten sonra yayınlanacak. Beğenmediklerinizi hakaret içermeyen şekilde ifade edin lütfen.

Son haftanın en çok okunan 10 yazısı

bir kez daha, nedir bu sayısal karasal televizyon?

Blog sayfamda DTT etiketiyle yayınlanmış 100'e yakın içerik bulunsa da, geçenlerde buluştuğumuz lise arkadaşlarımın sorusu üzerine, bir kez daha yazmaya karar verdim. Bilenler, okumadan geçebilir. Bilmeyenler ve sektörün uzağındaki kişiler düşünülerek hazırlanmış bir yazıdır.  Soru - yanıt şeklinde kurgulanmış yazılarımın daha çok okunduğu gözlemi üzerine, buyurun sık sorulan sorularla Sayısal Karasal Televizyon: Şimdi tam olarak neden bahsediyoruz? Çanak ile izlediğimiz televizyon mu?

Yabancı dil öğrenmek üzerine: DuoLingo deneyimimim

kızımın çizgileri Ülkemizin kanayan yaralarından birisidir sanırım, yabancı dil öğrenmek. Onlarca kurs, yüzlerce kitap, saatlerce ders ve sonuç: anlayan (en azından anladığını düşünen) ve konuşamayan kişiler... Bir yerlerde bir sorun olduğu kesin, ama nerede? Farklı zamanlarda, 3 kez Fransızca kursuna gittim. İlk seferin ardından, aslında bir temel bilgim olmasına karşın, her seferinde en baştan başladım, hiç bilmiyormuşum gibi. Ne yazık ki kurslarda öğrendiklerim kalıcı olamadı. Şimdilerde, 70 gündür, her sabah DuoLingo ile çalışıyorum. Ücretsiz ve arada çıkan reklamlarla devam eden sürümünü kullanıyorum. Eminim farklı online dil kursları da vardır. Online platformda, kurslarda olmayan ne var diye düşününce bir kaç şey tespit ettim. Belki sizlerin de işine yarar diye paylaşıyorum: Yabancı dil öğrenmek, sürekli ve kesintisiz tekrar gerektiren bir süreç. Kurslar, sadece haftanın belli günleri, bir kaç saat için ve çoğunlukla, günün en yorgun olunan akşamlarında oluyor. ...

Civitas - Suadiye / İstanbul

Sadeceözgür, 2004 doğumlu bir blog. Başlangıç senelerinde, "mekân" etiketli bir çok yazı yayınladım. O tarihlerde Google Haritalar hizmeti yoktu hayatımızda. Artık, ben de bir çok kişi gibi, Google Haritalar'a yazdığım yorumlar ile gittiğim mekânları değerlendiriyorum. Bu yüzden "mekân" etiketli son yazım 2019 tarihli ve o yazı film yıkatıp negatiften baskı alabileceğiniz mekânlarla ilgili .  Bu giriş paragrafının ardından gelelim bu yazıyı neden hazırladığıma. Malûmunuz, İstanbul sokakları ve kafelerini keşfetmeye devam ediyorum. Bu keşifleri, zaman zaman blogda da paylaşmaya karar verdim. Civitas , bu serinin ilk yazısına konu oldu.  İstanbul'un Anadolu Yakası'nda, Marmara kıyılarına yakın, güzide semtlerinden Suadiye'deki bir kafe Civitas . Mekâna ilk ziyaretimde sadece kahve içmiş, vitrindeki tatlıların görüntülerine hayran kalıp, bir daha gelmeliyim diyerek, ayrılmıştım. İstanbul gibi devasa bir şehirde yaşayınca, bir daha, bir sene sonraya den...

Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin / Barış Bıçakçı

Kimi bir kaç cümlelik kimi bir kaç sayfalık anılarla dolu öykücükler ve tümünü bağlayan farklı bir kurgu. Barış Bıçakçı'nın son novellasını severek okudum.  Okuma heyecanını bozmadan, konusundan kısaca bahsetmek istiyorum. Halis Bey, emekli elektrik mühendisi. Ayşe ise başarılı bulunan bir öykü kitabı yayınlamış bir peyzaj mimarı ve tercüme yaparak hayatını kazanıyor. Tercüme bürosunda rastlaşıyorlar ve Halis Bey Ayşe'den anılarını öyküleştirmesini istiyor, ücreti karşılığında. Novella, Halis Bey'in anıları ve Ayşe'nin hayatını anlatan bölümlerle kurulmuş. Novellada yer alan bölümlerin her biri ayrı öyküler haline getirilebilecek derinlikte.  Ayşe'nin hayatına dair bölümlerde ülkenin gündemine dair göndermeler de yer alıyor.  Daha önce okuduğum eserlerinde olduğu gibi bolca Ankara var arka planda. Hatta Garson başlıklı bölümde Ankara başrolde. İstanbullular deniz yok, fazla gri dese de Ankara, Ankara'da yaşamaya alışmışlar için kendine has özellikleri ve güzelli...

Füreya Koral ve İMÇ

NOW kanalında dün (15 Aralık 2024) tarihinde gösterilmeye başlanılan Şakir Paşa Ailesi Mucizeler ve Skandallar adlı diziyi büyük bir ilgi ile izledim. Dekorundan kıyafetlerine özenli bir iş çıkmış.  Dizide kucakta çocuk olan, ünlü seramik sanatçısı Füreya Koral'ın bir panosunun İstanbul Manifaturacılar Çarşısı (İMÇ) 1. Blok'un duvarını süslediğini hatırlatmak istedim.  İMÇ'nin farklı bloklarının duvarlarında Bedri Rahmi ve Eren Eyüpoğlu'nun da eserleri yer alıyor. Yolunuz Unkapanı'na düşerse görmenizi öneririm.

Sokakbaşı Meyhane, nam-ı diğer Hüseyin'in Meyhanesi

Uzunca bir süredir izlediğim tek televizyon yayını Behzat Ç.'nin Hüseyin'in Meyhanesi mekanı olarak kullandığı Sokakbaşı Meyhanesi'ne sonununda gittim. Hatta yanda gördüğünüz üzere Behzat'ın masasında fotografım da var. Mekan, aslında Behzat Ç. öncesinde de bölgede bilinen sevilen yerlerdendi. Esat dörtyolda, köşebaşında yer alan burayı Behzat Ç.'de mekan olarak kullanmak, muhtemelen Erdal Beşikçioğlu'nun zamanında Sokakbaşı'nın çaprazında bir yer işletmesinden kaynaklanıyordur.  Sokakbaşı'na diziden aşinayız. Havalar iyi olduğunda açık havada büyükçe bir yerleri var. İçerisi de küçük sayılmaz. Mezeler lezzetli, fiyatlar pek ucuz sayılmaz. Dizinin etkisi fiyatlara yansımış görünüyor. Behzat'ın masası rezervasyonlu oluyormuş genelde. Yurt içi ve hatta dışından rezervasyon yapılıyormuş. Mekanın garsonları, kim bölümlerde rol almış. Duvarlarda gazete küpürleri ve diziden görüntülerin yer aldığı fotograflar var.  Yakında final yapacak olan Behzat ...

yine yeni bir yıl

Havaların gidişinden anlamak pek mümkün olmasa da Aralık ayının sonuna yaklaşıyoruz. Mağazalarda ve caddelerde ışıklı, geyikli süslemeler yeni bir senenin geldiğini hatırlatıyor.  Herkesin yeni yıldan bekledikleri farklı elbette. Ben huzur ve sağlık diliyorum, tüm insanlık için.  2025 yılı içinde her hafta en az bir blog yazısı eklemeyi kendime hedef olarak koydum. Bu yazıların belirli bir konusu olmayacak. Doğaçlama, aklıma gelenler, aklıma takılanlar.  Video izlemektense okumayı tercih edenlerdenseniz, beklerim bloguma.  Yazıları, çeşitli tarihlerde farklı mekânlarda çektiğim fotograflar süsleyecek.  Bir de sürpriz bekliyor, 2025 yılında okurlarımı.  Umarım beğenirsiniz...

Eski Maltepe pazarı eski yerinde yakında bizlerle...

Ankaralılar bilir, kot pantolondan araba teybine, ara musluğundan kuruyemişe ne ararsan bulabildiğin hem de uygun fiyata bulabildiğin bir pazar var(dı): Maltepe camisinin üst tarafından pazartesi dışında (o gün semt pazarı kurulurdu) her gün hizmet veren seyyar paravanlarla ayrılmış küçük dükkancıkların oluşturduğu bir pazardı. Bu pazarın bulunduğu araziye bir alışveriş merkezi yapıldı. Ankara'nın en ilginç mimarisine sahip olduğunu düşündüğüm Malltepe Park, eski pazar esnafının ahını almıştı. Sopalarla dövüle dövüle pazar yerinden atılan esnafın tutan ahı, Malltepe Park'ı iflas noktasına getirdi. Market, dükkanlar derken hayalet alış veriş merkezine dönüştü Malltepe Park. Sonunda alış veriş merkezi yönetimi eski (kendi deyimleriyle tarihi) maltepe pazarını Malltepe Park'ın içine taşımaya karar vermiş.  Bugünlerde hummalı bir çalışma sürüyor Malltepe Park'ta. Dükkanlar alçıpanla küçük dükkancıklara bölünüyor. Öğrendiğime göre şimdiden 70'ten fazla pazar esnafı taş...

Göksu Restaurant Nenehatun şubesi açıldı

ve beklenen gerçekleşti...Ankara'nın Sakarya caddesine açılan Bayındır sokakta yer alan Göksu, gönüllere taht kurdu. Gerek servisi, gerek yemeklerin lezzeti vazgeçilmezler arasına girdi. Mekanın Kızılay'ın göbeğindeki Sakarya caddesinde olması, kimilerini üzüyordu. Özellikle Kızılay'a hiç inmeyenler, kalabalığı sevmeyenler yukarılarda bir Göksu hayali kuruyordu. Uzun sürdü inşaat. Nenehatun caddesi ile Tahran caddesinin kesiştiği köşede yer alan binanın inşaatının neden bu kadar sürdüğünü pek anlamamıştım, düne kadar. Dışarıdan 4-5 kat görünen bina toplamda 10 katlıymış. Üstte 3 kat içkili restaurant (ki bu bölüm henüz açılmamış), girişte bekleme salonu ve bar-kütüphane, girişin altında işkembe ve kebapçı (ki bu bölüm hizmet vermeye başladı), işkembecinin altı tam kat mutfakmış, onun altında garaj-çamaşırhane ve en altta iki kat konferans salonu olarak düzenlenmiş öğrendiğime göre. İlk ziyaretime ait fotografları (binanın dıştan çekilmiş bir görüntüsü ve iştah açıcı) beğe...

Emeklilik

Emeklilik başlıklı yazımı hazırlamanın kolay olacağını düşünmüştüm. Yazıp sildikçe, tahminimin doğru olmadığını gördüm. 1995'te üniversiteden mezun oldum ve çalışmaya başladım. Bu sene Mart'ın son günü emekli olana dek neredeyse kesintisiz çalıştım.  "Emeklilik" kavramı üzerine yazmak istiyorum ancak söz dönüp dolaşıp neden emekli oldum, emekli olduktan sonra büyük bir heyecanla başladığım ve kelimenin gerçek anlamıyla gecemi gündüze katıp çalıştığım yeni işimden 3 ay sonunda neden ayrıldığım gibi konulara geliyor. Aynı tuzağa bu kez düşmeyeceğim ve emeklilik kavramı üzerine kalem oynatacağım. Osmanlıca'da tekaüt ya da takaüt kelimesi kullanılırmış, ki oturmak kökeninden gelirmiş . Emekli olana ise mütekaid denilirmiş. Emek sahibi, emek vermiş anlamına gelsin diye mi emekli kullanılıyor günümüzde emin değilim. 18-20'li yaşlarda başlayan çalışma hayatı, ömrün sonuna kadar sürmüyor. Çalışma hayatı boyunca, hafta içi günlerin gündüzlerini kapsayan vakitlerimi...