Gölgeleri oldum olsası sevdim. Işığın somut göstergesi gibi geldi bana. Işığın yönüne ve şiddetine göre değişmesini, hayatın farklılaşan akışına benzettim. Uzayan kısalan, koyulaşan belirsizleşen gölgeler... Gölgelerin bu suskun ama etkili varlığı çağrışımlar yaptı ömrüm boyunca. Kökenleri çocukluk yıllarıma kadar uzanıyor belki. Ağaçların uzayan gölgelerini izlerken fark etmiştim ışığın ve karanlığın birbiriyle oyununu. Her gölgenin, öyküsü başkaydı; kimi dinginlik, kimi merak, kimi endişe içerirdi. Sessiz sinema gibi, sözsüz öyküler, giz ile görünen arasındaki ilişkiyi mi yansıtıyor acaba? Gölgelerin etkileyici olmaları biraz da bu yüzden sanırım, hayal gücümüzü işe koymaları. Görünen ile giz arasını doldurması bize kalıyor.
Bugüne kadar gördüğüm kentler içerisinde, burada yaşayabilirim dediğim üç yer oldu. İlki Viyana'ydı. İkinci Paris ve üçüncüsü Londra oldu. Her üçünün de başkent olması tesadüf sanırım. Yoksa başkentlerin kasvetli devletli havasını sevmem. Paris, bir çok anıt binasıyla bilinen bir kent. Eyfel kulesi belki bunlar arasında en ünlüsü. Beni en çok etkileyen bina ise bir kilise oldu. Madeleine Kilisesi, Paris'in Roma tapınağına benzer sütunlarıyla değişik görünümlü binası. Yapılma emrini Napolyon vermiş ancak tamamlandığını görememiş.
Magdalı Meryem ile ilgili anlatılan çok şey var. Dan Brown'un en çok bilinen romanı da bu gizemli kadınla ilgilidir. Hz. İsa'nın karısı olduğu ve Kudüs'ten kaçarken hamile olduğu, ardından Fransa'da karaya çıkıp bebeğini dünyaya getirdiği ileri sürülür. Halen, Hz. İsa soyundan gelenlerin yaşadığı, tapınak şövalyelerinin bu sırrı ve aileyi koruduğu gene iddialar arasındadır. Hürriyet gazetesinin bu haberi, bahsettiğim iddialarla ilgili.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız denetimimden geçtikten sonra yayınlanacak. Beğenmediklerinizi hakaret içermeyen şekilde ifade edin lütfen.