Gölgeleri oldum olsası sevdim. Işığın somut göstergesi gibi geldi bana. Işığın yönüne ve şiddetine göre değişmesini, hayatın farklılaşan akışına benzettim. Uzayan kısalan, koyulaşan belirsizleşen gölgeler... Gölgelerin bu suskun ama etkili varlığı çağrışımlar yaptı ömrüm boyunca. Kökenleri çocukluk yıllarıma kadar uzanıyor belki. Ağaçların uzayan gölgelerini izlerken fark etmiştim ışığın ve karanlığın birbiriyle oyununu. Her gölgenin, öyküsü başkaydı; kimi dinginlik, kimi merak, kimi endişe içerirdi. Sessiz sinema gibi, sözsüz öyküler, giz ile görünen arasındaki ilişkiyi mi yansıtıyor acaba? Gölgelerin etkileyici olmaları biraz da bu yüzden sanırım, hayal gücümüzü işe koymaları. Görünen ile giz arasını doldurması bize kalıyor.
Çalışma hayatına 1995 yılında dahil oldum. Öğrenciliğin avare günlerinin ardından alışamadığım konuların başında mesai geliyordu. İşim olduğu zaman çalışmaya, iş yerinde durmaya itirazım yoktu. Ancak günün her saati işim olmuyordu ve işim yokken iş yerinde olma zorunluluğu çok anlamsız geliyordu. İşim, hizmet sektöründe değildi ve beklesem de bir müşterinin geleceği yoktu. Bir elektronik şirketinin araştırma geliştirme biriminde çaylak mühendis kadrosunda işe başlamıştım.
Bu anının üzerinden neredeyse yirmi yıl geçmiş. Değişen bir şey yok iş hayatımda. Halen işim olmadığında iş yerinde durma zorunluluğu anlamsız geliyor. Halen işim olmasa da iş yerinde olmak zorundayım. Neresinden baksanız anlamsız, neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Kendi hayatınızı düşünün. Günün kaç saatinde gerçekten çalışıyorsunuz?
Çalışma hayatı günün önemli bir bölümünü işgal ediyor. Sabah iş yerine gitmek için evden ayrılma saatiyle yeniden özgürlüğümüze kavuştuğumuz saati dikkate alırsak en az 10 saat geçiyor. Hafta içi her gün 10 saat iş tarafından esir alınmış oluyoruz. 8 saati uyku, 2 saati de yemek ve günlük ihtiyaçlar için ayırınca geriye bir şey kalmıyor neredeyse. Bu geriye kalan zaman diliminde yaşamaya çabalıyoruz.
Peki böyle olmak zorunda mı?
Madem günün önemli bir bölümü verimsiz çalışmalar ile geçiyor, o zaman günü ikiye bölüp eskiden okullarda olduğu gibi, sabahçı / öğlenci diye ayrılsa hem daha çok insan çalışır, hem de çalışan insanların yaşamaya ayıracağı zaman artar. Ne kadar mantıklı değil mi?
Bugüne kadar hep ücret karşılığı çalıştım. Hiç işveren olmadım. Hatta hiç yönetici olarak da çalışmadım. Belki bu yüzden mesai kavramında yanlışlık olduğunu düşünüyorum.
Yazıda bahsettiğim sorunların çözümü esnek mesai değil. Esnek mesai, size ait olan iş dışı zamanlarınızı da sizden çalan bir düzen. Çalıştığınız şirketin verdiği akıllı telefonlar, diz üstü bilgisayarlar, size özgür zamanlarınızda da ulaşabilmek adına. Evinizde, sevdiklerinizle geçireceğiniz o kısıtlı süreye de göz dikmiş durumda şirketler. Esnek çalışma diyerek, home-office diyerek süsledikleri yeni düzen sömürüyü arttırmak dışında bir işe yaramıyor. Home office mesela, her yer ve her zaman iş yerindesiniz demek aslında.
Şimdi bu yazıyı Marx'ın emek değer teorisiyle süslemek vardı. Ancak, uçak için anons yapıldı. Kısmetse önümüzdeki günlerde yazıyı tamamlarım. Estonya'da yapacağım sunum için bana şans dileyin...
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız denetimimden geçtikten sonra yayınlanacak. Beğenmediklerinizi hakaret içermeyen şekilde ifade edin lütfen.