Metrodan çıkmak için yürüyen merdivene adımımı attığımda, dışarıda beni nelerin beklediğinden haberim yoktu. Okula, işe yetişme telaşında olanların kalabalığı bitmiş, toplu ulaşım, acelesi olmayanlara kalmıştı. Merdivenin son basamağını geldiğimde sokak sakin ve huzurlu görünüyordu. Sabahın serinliği yerini öğleye geçişin ılıman haline bırakmıştı. Kediler ve martılar duvar diplerine bırakılmış yemleri paylaşıyor, kargalar bu paylaşımdan kendilerine de pay düşecek mi merakıyla olan biteni izliyordu. Her zaman döndüğüm sokağı es geçip ilerledim. Yeni sokak, yeni binalar, yeni yüzler... Tek sokak değiştirince bile karşıma çıkanların farklılığı şaşırttı. Yürümeyi sürdürdüm. Güneş yükselirken bulutsuz gökyüzü alabildiğine maviydi. Karşılaştığım insanların kiminin yüzü tanıdık gelse de bir çoğunu ilk kez görüyordum. Oysa sadece bir sokak değiştirmiştim. Sokağın sonundaki kafenin bahçesinde yaşlı bir çift sabah kahvesi içiyordu. İkisi de sokağa dönük, yan yana san...
Gene bir sahaf gezisi sırasında görüp aldığım bir kitap var bugün. Mine G. Kırıkkanat'tan okuduğum ilk kitap. Bugün 17 Ağustos 1999 depreminin yıl dönümü sayılabilir. Depremin olduğu gün Ankara'da, bir ay önce yaşadığım kişisel depremin yaralarını sarmakla meşguldüm. 17 Ağustos depremi sonrası yaşananların hastane kısmına yakın tanıklık ettim. Ağır kırığı olanların bir bölümü Ankara'ya sevk edilmişti. Onların acı içerisinde inlemelerini dinledim ameliyat olmayı beklerken.
Herkes için zor günlerdi.
Herkes için zor günlerdi.
Peki 1999 sonrası İstanbul'da neler oldu, neler yapıldı. Geçenlerde gazetelere yansıyan, hatta bugün gazetelerin birinde manşet yapılan bir habere göre acil durumlarda çadır kurulması için ayırılan alan imara açılmış. Deprem durumunda kim nerede toplanacak kaçımız biliyoruz? Bir zamanlar acil durum konteynerları vardı. Onlar ne alemde? Hala duruyorlar mı yerlerinde? İstanbul'da yaşamadığım için bu soruları öğrenmek amacıyla yazdım. Olmadıklarını bildiğim için değil.
Bir Gün, Gece'de 1999 depremi sonrası doğru düzgün hiç bir önlem alınmayan İstanbul peşi sıra meydana gelen iki felaketle yıkılmıştır. Yıkım o denli şiddetlidir ki birinci köprü denizi boylamış, ikincisinin viyadükleri çöktüğü için devre dışı kalmıştır. Türpraş rafinerisi patlamış, Atatürk havaalanı denize kaymıştır. Bir milyondan fazla insan ölmüş, sağ kalanlar ise toplanma alanları olmadığından, birbirinden ayrık vaziyette hayata tutunmaya çalışmaktadır. Kelimenin tam anlamıyla bir kargaşa yaşanmaktadır.
Kırıkkanat'ın yazdıkları oldukça gerçekçi. Edebi dili ise, okuduğum diğer bir çok yazara göre, yetersiz. Karakterlerin derinlemesine işlenmesi, dilde oyunlar yok. Örneğine bir çok polisiye romanda rastlayabileceğiniz karakterler yaratılmış. Sinan, her kahraman Türk gibi, yakışıklı, çekici ve çok zeki. Yarı Fransız yarı Türk olmasına karşın ülkesini korumak gerektiğinde tereddüt etmiyor. Cevat / Nejla'nın hikayesi sonraya bırakılmış roman boyunca. Sonra bir türlü gelmiyor ve Cevat / Nejla'nın hikayesini öğrenemeden bitiveriyor roman. Romanın açılışında öldürülen Kürt'ün aslında ne kadar kötü karakterli birisi olduğunu öğreniyoruz ve katil gözümüzde gereğini yapan birisi haline dönüşüveriyor. Kırıkkanat'ın romanında Kürtler isyan çıkarmaya hazır bir millet olarak resmedilmiş. ABD, AB ve Rusya ise ülkemizi işgal için hazır bekleyen aç kurtlar. Roman boyunca ABD ülkeyi işgal etmeye yönelik planlar kuruyor. Yazarın kahramanları aracılığıyla bulduğu çözüm ise düşündürücü. ABD'nin işgalini dengelemek için AB destekli sabotajlar ve isyanlar başlatmak. Bir yerde AB mandası olarak görülebilecek bu tarzın sonuçları ne olur bilinmez.
Sürükleyici bir dili var. Klişelerden fazlasıyla yararlanılmış. Bu durum kolay okunur bir roman meydana getiriyor. Elbette kolay okunur romanları sevenler için güzel bir durum bu. Aşağıdaki alıntı ne kastettiğimi anlatır nitelikte:
Sonuç olarak depremi bir şekilde hatırlatıp, yaşanacak vahşeti, kaosu sergilemesi açısından önemli bir çalışma. Ancak, eldeki malzeme klişelerle dolu, vasat bir edebi dille anlatılınca yazık olmuş.
Kırıkkanat'ın yazdıkları oldukça gerçekçi. Edebi dili ise, okuduğum diğer bir çok yazara göre, yetersiz. Karakterlerin derinlemesine işlenmesi, dilde oyunlar yok. Örneğine bir çok polisiye romanda rastlayabileceğiniz karakterler yaratılmış. Sinan, her kahraman Türk gibi, yakışıklı, çekici ve çok zeki. Yarı Fransız yarı Türk olmasına karşın ülkesini korumak gerektiğinde tereddüt etmiyor. Cevat / Nejla'nın hikayesi sonraya bırakılmış roman boyunca. Sonra bir türlü gelmiyor ve Cevat / Nejla'nın hikayesini öğrenemeden bitiveriyor roman. Romanın açılışında öldürülen Kürt'ün aslında ne kadar kötü karakterli birisi olduğunu öğreniyoruz ve katil gözümüzde gereğini yapan birisi haline dönüşüveriyor. Kırıkkanat'ın romanında Kürtler isyan çıkarmaya hazır bir millet olarak resmedilmiş. ABD, AB ve Rusya ise ülkemizi işgal için hazır bekleyen aç kurtlar. Roman boyunca ABD ülkeyi işgal etmeye yönelik planlar kuruyor. Yazarın kahramanları aracılığıyla bulduğu çözüm ise düşündürücü. ABD'nin işgalini dengelemek için AB destekli sabotajlar ve isyanlar başlatmak. Bir yerde AB mandası olarak görülebilecek bu tarzın sonuçları ne olur bilinmez.
Sürükleyici bir dili var. Klişelerden fazlasıyla yararlanılmış. Bu durum kolay okunur bir roman meydana getiriyor. Elbette kolay okunur romanları sevenler için güzel bir durum bu. Aşağıdaki alıntı ne kastettiğimi anlatır nitelikte:
"Erkeğin gözleri alev alevdi. Titreyen dudaklarını onun dudaklarına teslim ett. Ağzının, şekerlenmeye zaman bulamamş bir bahar meyvesi tadı vardı. Kiraz gibi. Erik gibi. Elleriyle, onun taşan parlak tüylerini okşadı. Beyaz gömleğinin düğmelerini bir an önce çözmek için kıvranıyordu parmakları. Ama çözmedi. Erkeklere, vahşi bir hayvana yaklaşır gibi, ağır hareketlerle yaklaşılması gerektiğini bilecek kadar çok yaşamıştı...""Hangman", İstanbul'un varoşlarında depremzedelere önderlik edip "deprem sorumlularını cezalandıran" bir kahraman. İstanbul'da yaşayan bir Türk, kendisine neden hangman der ben anlayamadım. Hadi o kendisine hangman dedi. Varoşlarda yaşayan, çoğu küçük yaştaki depremzedeler neden hangman adını benimser çözemedim.
Sonuç olarak depremi bir şekilde hatırlatıp, yaşanacak vahşeti, kaosu sergilemesi açısından önemli bir çalışma. Ancak, eldeki malzeme klişelerle dolu, vasat bir edebi dille anlatılınca yazık olmuş.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız denetimimden geçtikten sonra yayınlanacak. Beğenmediklerinizi hakaret içermeyen şekilde ifade edin lütfen.