Ana içeriğe atla

yürüyen merdiven

Metrodan çıkmak için yürüyen merdivene adımımı attığımda, dışarıda beni nelerin beklediğinden haberim yoktu. Okula, işe yetişme telaşında olanların kalabalığı bitmiş, toplu ulaşım, acelesi olmayanlara kalmıştı. Merdivenin son basamağını geldiğimde sokak sakin ve huzurlu görünüyordu.  Sabahın serinliği yerini öğleye geçişin ılıman haline bırakmıştı.  Kediler ve martılar duvar diplerine bırakılmış yemleri paylaşıyor, kargalar bu paylaşımdan kendilerine de pay düşecek mi merakıyla olan biteni izliyordu.  Her zaman döndüğüm sokağı es geçip ilerledim. Yeni sokak, yeni binalar, yeni yüzler... Tek sokak değiştirince bile karşıma çıkanların farklılığı şaşırttı.  Yürümeyi sürdürdüm. Güneş yükselirken bulutsuz gökyüzü alabildiğine maviydi. Karşılaştığım insanların kiminin yüzü tanıdık gelse de bir çoğunu ilk kez görüyordum. Oysa sadece bir sokak değiştirmiştim.  Sokağın sonundaki kafenin bahçesinde yaşlı bir çift sabah kahvesi içiyordu. İkisi de sokağa dönük, yan yana san...

Ne yapıyorum acaba?

Yazıyı yayınlayıp yayınlamayacağımı bilmiyorum. Yayınlarsam bile bu ilk yazdığım hali mi olacak emin değilim. (Yayınlarken, yazının ilk halini koruduğumu belirtmek isterim!) İşin doğrusu ne yazacağımdan da emin sayılmam. Ankara’dan 17’ye doğru kalkan bir uçakla Münih’e doğru yol alırken, kalkışın üzerinden neredeyse 45 dakika geçmişken yazıyorum. Durup düşünmek ve/veya okumak dışında bir şey yapmak istediğimden netbook’u çıkarttım. Yazdıklarımı, eğer yayınlarsam, okuduğunuzda ben muhtemelen (bu kelimeyi o kadar severek kullanıyorum ki henüz 4 yaşını yeni bitiren kızım da konuşmalarının arasında kullanmaya başladı) Krakow’da otelime yerleşmiş olacağım.

Başlığa dönersem, gerçekten de ne yapıyorum acaba? Kimse beni zorlamamışken, para vermiyorken, sadece kendimi geliştirmek uğruna önce Londra’ya ardından Krakow’a gidiyorum. Onca yol parası, onca otel parası, Londra için vize parası ve her ikisinde 15’er liradan yurt dışı çıkış harçları. Nereden baksan toplamda bir aylık maaşım kadar parayı harcamışımdır. Peki, ne için? Nedir bu bitmeyen, bitecek gibi de görünmeyen çabamın asıl nedeni? Linkedin mi beni böyle arayışlara, çabalara iten? Yoksa on beş yıldan uzun süredir devam eden tek düze iş hayatının getirdiği sıkıntıdan kurtulma çabası mı?
Aslında başlıktaki soru, kafamın karışıklığının bir ispatı niteliğinde. Bir yandan kamunun güvenli limanında yüzmek istiyorum, bir yandan ise farklı denizleri keşfetmek. Bu seyahatlerim, kendimi iyi hissetmem dışında bir şeye yarayacak mı? Bana yeni kapılar açacak mı? Açmasını istiyor muyum gerçekten? Bilmiyorum.
Dün Ankara’ya dönerken, uzun otobüs yolculuğum sırasında birkaç film seyrettim. Şu an seyahat etmekte olduğum Lufthansa uçağıyla kıyasla, eğlence açısından fazlasını sunan otobüste iki film kanalı bulunuyordu. Her koltuğun arkasındaki ekranlarda döne döne yayınlanıyordu filmler. Kamil Koç, tercihlerini Fransız filmlerinden yana kullanmıştı. Romantik komedi, dram olarak nitelendirilebilecek yeni tarihli filmlerin isimlerini bilmiyorum ne yazık ki. Bu filmlerin birinde, 30’larının ortalarında yalnız yaşayan ve yalnızlıktan şikayet etmeyen , iş-güç sahibi bir kadın hayatında herşey yolunda giderken kolon kanseri olduğunu öğreniyordu. Bu bilgiyle birlikte altüst olan hayatını, hayatın anlamını sorgulayışını izledim. Filmde şöyle bir ifade geçiyordu: “Herkes bir gün ölecek, bunu hep biliyordun. Öyleyse neden korkuyorsun?” Kadın kahraman, “ Evet ama daha yapmak istediğim çok şey vardı” yanıtını veriyor haliyle. Filmde, Tanrı veya melek olarak değerlendirebileceğimiz karakter ise “her zaman yapmak istediklerin olacaktır” diyor. Gerçekten ne ilginçtir bu ölüm meselesi. Bilincimiz oluştuğundan itibaren öleceğimizin farkında olarak yaşarız. Ama sanki ölüm bizden çok uzaktaymış gibi davranırız. Yazdıklarımın dinle doğrudan ilgisi yok. Din konusunda ne yazmayı ne konuşmayı sevenlerdenim. Herkesin kendine göre bir inandığı var, kiminin inandığı hiçbir şey yok. Benim derdim bunlar değil.
Ölümle birlikte bildiğimiz hayatın sona ereceği konusunda dine inananlarla inanmayanlar anlaşıyor. Madem bir şekilde bu bildiğimiz dünyaya veda edeceğiz o zaman hazır henüz veda etmemişken yapmayı istediklerimizi yapsak. Engel olan ne ki? Hayat dediğimiz erteleyerek yaşanmayacak bir şey. Çünkü ertelediğimiz şeyleri yapmak için fırsat bulup bulamayacağımız hiç belli değil. Leo  Busliaga’nın kitaplarına benzediğinin farkındayım yazdıklarımın. Ama amacım, çok doğru görünüp uygulamasının olanaksız kadar zor olduğu sözler karalamak değil.
Yukarıdaki fikir yürütmelerinden yola çıkarak 2013’e temiz bir sayfa açıp başlamak istedim. Öncelikle, uzunca bir süre, hayatımda beni mutsuz edenleri düşündüm. İlk bulduklarım, şaşırttı beni. Facebook listenin başında yer alıyordu. Eski dostlar, liseden, üniversiteden arkadaşlar. Herkes bir yerlere dağılmış, farklı insanların hayatlarına değerek yaşıyor. Kimisiyle özel paylaşımlarım olmuş, kimiyle hiç anlaşamamışız. Yıl sonuna doğru listemi azaltarak işe başladım. Baktım mesele azaltmak değil. Kim nerede ne yapıyor soruları beni asıl mutsuz eden. Kendimi dikizleyen olarak hissettiğimi fark ettiğim gün hesabımı tamamen kapattım. Sonradan konuştuğum kimi arkadaşlar benzer duygular içinde olduklarını söylediler. Onlara da hesaplarını silmelerini önerdim.
Yılbaşından itibaren uyguladığım önlemlerin ikincisi ise beni mutsuz eden ikinci şeyle ilgili. Malumaliniz, bloğumda teknik etiketli yazıların büyük bölümü televizyon teknolojisi ile ilgili. 1998 yılında beri bu sektörün içindeyim ve 2003’ten beri konunun ar-ge kısmındayım. Yani bir yerde değil, tam olarak hayatımı radyo televizyon dünyasındaki yeniliklerden, gelişmelerden kazanıyorum. Ancak, televizyon izlemekten nefret ediyorum. Nefret, çok güçlü bir duygu bana kalırsa ve bu güçlü duyguyu temsil eden kelimeyi günlük hayatımda kullandığım nadirdir. Televizyon için ise hiç düşünmeden nefret ettiğimi söyleyebilirim. Elbette bir dönem devam ettiğim gazetecilik doktorası sırasında okuduğum kitapların, bu fikre ulaşmamda katkısı oldu. Biraz da 2009 doğumlu iki(z) kızlarım, televizyondan uzaklaşmamı sağladı ve o kısır döngüden kopunca ne kadar hayat hırsızı bir şey olduğunu görebildim. Ağır ifadeler kullandığımın farkındayım televizyon için. Ancak burada bir konuya açıklık getirmem gerekiyor. Karşı olduğum televizyonun kendisi. Herhangi bir kanal ya da içerik değil. Topuna ve kökten karşıyım. Tek yönlü, insanın beynini uyuşturan bir yapısı var o “büyülü” ekranın.
Ve gelelim üçüncüye. O işimle ilgili. İşimle ilgili düşündüğümde aklıma şanslı olduğum gelir hep. Ar-Ge, 1995 yılında üniversiteden mezun olduğumda ilk çalıştığım iş idi. O zaman kelimenin gerçek anlamıyla bir araştırma geliştirme merkezinde çalışıyordum. Uğraştığım proje, elektronik elektrik sayacı, firmadan ayrıldıktan sonra hayata geçti ve raflarda yerini aldı. 2003 yılında beri çalışmakta olduğum işyeri biriminde ise pozisyonum bana daha fazla özgürlük tanıyor. Geliştirecek konular var: uygulamalar, yazılımlar, özel donanımlar. Ancak iş bununla kalmıyor. Yayıncılık dünyası belki diğer sektörlere kıyasla daha fazla değişim içerisinde. Bilgi teknolojilerindeki gelişmeler hızla sektörümüze uygulanıyor ve iş yapma şekilleri, iş modelleri değişiyor. Hal böyle olunca farklı standartlar, farklı çözümler ortaya çıkıyor. Kimi zaman çalıştığım iş yeri, kimi zaman ülkemiz için bunlar arasında tercihler yapmak gerekiyor. Bu tercihlerde yol göstericiye ihtiyaç duyuruluyor. Kendimi bu konularda da yetkinleştirerek faydalı birisi olmaya gayret gösteriyorum.
İşte 2013 ile birlikte bir durum tespiti yaptım. Çeşitli nedenlerle çalışmakta olduğum iş yerinde yurt dışı etkinliklere katılmama destek olunmuyor. 1998 yılında bu yana görevli olarak iki kez yurt dışına gönderildim. Birisi, yeni alınan bir cihazın 2 günlük eğitimi, diğeri ise 2 günlük bir seminer içindi. 2013 başında fark ettim ki ya sadece ülkemizdeki etkinliklerle sınırlı kalıp ufkumu ülke sınırlarında tutacaktım ya da masrafı neyse cebimden karşılayıp Avrupa’daki önemli buluşmalara katılacaktım. Ben katılmayı seçtim. Katılmayı seçmiş olmak önemliydi elbette. Ancak yeterli değildi. Etkinliklerin büyük bölümü ciddi katılım ücretleri talep ediyordu. Yani iş oralara gidip otel paralarını ödemekle bitmiyordu. Londra’da gözüme kestirdiğim IP & TV World Forum 3 günlük bir etkinlikti ve 2000 Sterlin’in üzerinde para istiyordu. Bir diğer sorun, Birleşik Krallık’ın istediği vizeydi. Hal böyle olunca nisan ayındaki bu etkinliği es geçtim. Yerine, onun kadar geniş katılımlı olmasa da önemli buluşmalardan birisi olan Connected TV World Summit’i tercih ettim. İlk iş etkinliğin düzenleyicisine e-posta göndermek oldu. Sağolsun beni davet etme inceliğini gösterdi ve ben bu davet üzerine hızla vize başvurumu yaptım. Bir hafta içerisinde vizem de elimdeydi. İş yerine alacağım yanıtı bile bile başvurdum ve alacağım yanıtı bile alamadım. Halen bir yanıt da alabilmiş değilim. Belki birkaç ay sonra başvurumun uygun görülmediğini öğrenirim. Oteli ayarlayıp, ki Londra çok pahalı bir kent, bileti World Card puanı ile alınca geriye sevgili kızlarımdan ve eşimden izin almak kalmıştı. Bugüne kadar her konuda destek gördüğüm eşimin yardımlarıyla onları da ikna ettik. Sonunda gittim ve gerçekten ufkum genişlemiş bir şekilde döndüm. Döndüğümde kafamda net olmayan OTT TV, Smart TV ve iş modelleri netleşmişti.
Şimdi bu kararın bir uzantısı olarak Digital TV Central & Eastern Europe etkinliği için bir kez daha yoldayım. Gene düzenleyici şirketin davetlisi olarak ve elbette diğer tüm masrafları cebimden ödeyerek ve bir kez daha yıllık iznimden kullanarak gidiyorum Krakow’a.
 Yazıya başlayalı bir saati geçmiş. Yakında pilotun iniş için alçalıyoruz anlamına gelen anonsu duyulacak. Uçak Münih’e inecek, ardından Krakow uçağıyla hedefe ulaşmış olacağım. Belki Münih’te beklerken, belki Krakow’da otelimde yayınlayacağım bu yazdıklarımı. (gene yayınlarken, Münih havaalanının G82 kapısının önünde beklerken yayınladığım notunu düşmek isterim!)
Son söz olarak, isterseniz bir şekilde oluyor. Belki gereğinden fazla paraya mal oluyor, belki yıllık izinlerimi tüketiyorum ama bildiğim bana iyi geldiği.
Hayat, dertlenerek de eğlenerek de geçiyor.
Değişmez olan geçtiği.
Mesele o geçerken siz ne yapıyorsunuz.
Başlığa dönersek, ben ne yapıyorum acaba?
Ankara – Almanya arası bir yerler 24 Haziran 2013 Ankara saatiyle 18.22

Yorumlar

Son haftanın en çok okunan 10 yazısı

bir kez daha, nedir bu sayısal karasal televizyon?

Blog sayfamda DTT etiketiyle yayınlanmış 100'e yakın içerik bulunsa da, geçenlerde buluştuğumuz lise arkadaşlarımın sorusu üzerine, bir kez daha yazmaya karar verdim. Bilenler, okumadan geçebilir. Bilmeyenler ve sektörün uzağındaki kişiler düşünülerek hazırlanmış bir yazıdır.  Soru - yanıt şeklinde kurgulanmış yazılarımın daha çok okunduğu gözlemi üzerine, buyurun sık sorulan sorularla Sayısal Karasal Televizyon: Şimdi tam olarak neden bahsediyoruz? Çanak ile izlediğimiz televizyon mu?

Yabancı dil öğrenmek üzerine: DuoLingo deneyimimim

kızımın çizgileri Ülkemizin kanayan yaralarından birisidir sanırım, yabancı dil öğrenmek. Onlarca kurs, yüzlerce kitap, saatlerce ders ve sonuç: anlayan (en azından anladığını düşünen) ve konuşamayan kişiler... Bir yerlerde bir sorun olduğu kesin, ama nerede? Farklı zamanlarda, 3 kez Fransızca kursuna gittim. İlk seferin ardından, aslında bir temel bilgim olmasına karşın, her seferinde en baştan başladım, hiç bilmiyormuşum gibi. Ne yazık ki kurslarda öğrendiklerim kalıcı olamadı. Şimdilerde, 70 gündür, her sabah DuoLingo ile çalışıyorum. Ücretsiz ve arada çıkan reklamlarla devam eden sürümünü kullanıyorum. Eminim farklı online dil kursları da vardır. Online platformda, kurslarda olmayan ne var diye düşününce bir kaç şey tespit ettim. Belki sizlerin de işine yarar diye paylaşıyorum: Yabancı dil öğrenmek, sürekli ve kesintisiz tekrar gerektiren bir süreç. Kurslar, sadece haftanın belli günleri, bir kaç saat için ve çoğunlukla, günün en yorgun olunan akşamlarında oluyor. ...

Civitas - Suadiye / İstanbul

Sadeceözgür, 2004 doğumlu bir blog. Başlangıç senelerinde, "mekân" etiketli bir çok yazı yayınladım. O tarihlerde Google Haritalar hizmeti yoktu hayatımızda. Artık, ben de bir çok kişi gibi, Google Haritalar'a yazdığım yorumlar ile gittiğim mekânları değerlendiriyorum. Bu yüzden "mekân" etiketli son yazım 2019 tarihli ve o yazı film yıkatıp negatiften baskı alabileceğiniz mekânlarla ilgili .  Bu giriş paragrafının ardından gelelim bu yazıyı neden hazırladığıma. Malûmunuz, İstanbul sokakları ve kafelerini keşfetmeye devam ediyorum. Bu keşifleri, zaman zaman blogda da paylaşmaya karar verdim. Civitas , bu serinin ilk yazısına konu oldu.  İstanbul'un Anadolu Yakası'nda, Marmara kıyılarına yakın, güzide semtlerinden Suadiye'deki bir kafe Civitas . Mekâna ilk ziyaretimde sadece kahve içmiş, vitrindeki tatlıların görüntülerine hayran kalıp, bir daha gelmeliyim diyerek, ayrılmıştım. İstanbul gibi devasa bir şehirde yaşayınca, bir daha, bir sene sonraya den...

Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin / Barış Bıçakçı

Kimi bir kaç cümlelik kimi bir kaç sayfalık anılarla dolu öykücükler ve tümünü bağlayan farklı bir kurgu. Barış Bıçakçı'nın son novellasını severek okudum.  Okuma heyecanını bozmadan, konusundan kısaca bahsetmek istiyorum. Halis Bey, emekli elektrik mühendisi. Ayşe ise başarılı bulunan bir öykü kitabı yayınlamış bir peyzaj mimarı ve tercüme yaparak hayatını kazanıyor. Tercüme bürosunda rastlaşıyorlar ve Halis Bey Ayşe'den anılarını öyküleştirmesini istiyor, ücreti karşılığında. Novella, Halis Bey'in anıları ve Ayşe'nin hayatını anlatan bölümlerle kurulmuş. Novellada yer alan bölümlerin her biri ayrı öyküler haline getirilebilecek derinlikte.  Ayşe'nin hayatına dair bölümlerde ülkenin gündemine dair göndermeler de yer alıyor.  Daha önce okuduğum eserlerinde olduğu gibi bolca Ankara var arka planda. Hatta Garson başlıklı bölümde Ankara başrolde. İstanbullular deniz yok, fazla gri dese de Ankara, Ankara'da yaşamaya alışmışlar için kendine has özellikleri ve güzelli...

Füreya Koral ve İMÇ

NOW kanalında dün (15 Aralık 2024) tarihinde gösterilmeye başlanılan Şakir Paşa Ailesi Mucizeler ve Skandallar adlı diziyi büyük bir ilgi ile izledim. Dekorundan kıyafetlerine özenli bir iş çıkmış.  Dizide kucakta çocuk olan, ünlü seramik sanatçısı Füreya Koral'ın bir panosunun İstanbul Manifaturacılar Çarşısı (İMÇ) 1. Blok'un duvarını süslediğini hatırlatmak istedim.  İMÇ'nin farklı bloklarının duvarlarında Bedri Rahmi ve Eren Eyüpoğlu'nun da eserleri yer alıyor. Yolunuz Unkapanı'na düşerse görmenizi öneririm.

Sokakbaşı Meyhane, nam-ı diğer Hüseyin'in Meyhanesi

Uzunca bir süredir izlediğim tek televizyon yayını Behzat Ç.'nin Hüseyin'in Meyhanesi mekanı olarak kullandığı Sokakbaşı Meyhanesi'ne sonununda gittim. Hatta yanda gördüğünüz üzere Behzat'ın masasında fotografım da var. Mekan, aslında Behzat Ç. öncesinde de bölgede bilinen sevilen yerlerdendi. Esat dörtyolda, köşebaşında yer alan burayı Behzat Ç.'de mekan olarak kullanmak, muhtemelen Erdal Beşikçioğlu'nun zamanında Sokakbaşı'nın çaprazında bir yer işletmesinden kaynaklanıyordur.  Sokakbaşı'na diziden aşinayız. Havalar iyi olduğunda açık havada büyükçe bir yerleri var. İçerisi de küçük sayılmaz. Mezeler lezzetli, fiyatlar pek ucuz sayılmaz. Dizinin etkisi fiyatlara yansımış görünüyor. Behzat'ın masası rezervasyonlu oluyormuş genelde. Yurt içi ve hatta dışından rezervasyon yapılıyormuş. Mekanın garsonları, kim bölümlerde rol almış. Duvarlarda gazete küpürleri ve diziden görüntülerin yer aldığı fotograflar var.  Yakında final yapacak olan Behzat ...

yine yeni bir yıl

Havaların gidişinden anlamak pek mümkün olmasa da Aralık ayının sonuna yaklaşıyoruz. Mağazalarda ve caddelerde ışıklı, geyikli süslemeler yeni bir senenin geldiğini hatırlatıyor.  Herkesin yeni yıldan bekledikleri farklı elbette. Ben huzur ve sağlık diliyorum, tüm insanlık için.  2025 yılı içinde her hafta en az bir blog yazısı eklemeyi kendime hedef olarak koydum. Bu yazıların belirli bir konusu olmayacak. Doğaçlama, aklıma gelenler, aklıma takılanlar.  Video izlemektense okumayı tercih edenlerdenseniz, beklerim bloguma.  Yazıları, çeşitli tarihlerde farklı mekânlarda çektiğim fotograflar süsleyecek.  Bir de sürpriz bekliyor, 2025 yılında okurlarımı.  Umarım beğenirsiniz...

Göksu Restaurant Nenehatun şubesi açıldı

ve beklenen gerçekleşti...Ankara'nın Sakarya caddesine açılan Bayındır sokakta yer alan Göksu, gönüllere taht kurdu. Gerek servisi, gerek yemeklerin lezzeti vazgeçilmezler arasına girdi. Mekanın Kızılay'ın göbeğindeki Sakarya caddesinde olması, kimilerini üzüyordu. Özellikle Kızılay'a hiç inmeyenler, kalabalığı sevmeyenler yukarılarda bir Göksu hayali kuruyordu. Uzun sürdü inşaat. Nenehatun caddesi ile Tahran caddesinin kesiştiği köşede yer alan binanın inşaatının neden bu kadar sürdüğünü pek anlamamıştım, düne kadar. Dışarıdan 4-5 kat görünen bina toplamda 10 katlıymış. Üstte 3 kat içkili restaurant (ki bu bölüm henüz açılmamış), girişte bekleme salonu ve bar-kütüphane, girişin altında işkembe ve kebapçı (ki bu bölüm hizmet vermeye başladı), işkembecinin altı tam kat mutfakmış, onun altında garaj-çamaşırhane ve en altta iki kat konferans salonu olarak düzenlenmiş öğrendiğime göre. İlk ziyaretime ait fotografları (binanın dıştan çekilmiş bir görüntüsü ve iştah açıcı) beğe...

Eski Maltepe pazarı eski yerinde yakında bizlerle...

Ankaralılar bilir, kot pantolondan araba teybine, ara musluğundan kuruyemişe ne ararsan bulabildiğin hem de uygun fiyata bulabildiğin bir pazar var(dı): Maltepe camisinin üst tarafından pazartesi dışında (o gün semt pazarı kurulurdu) her gün hizmet veren seyyar paravanlarla ayrılmış küçük dükkancıkların oluşturduğu bir pazardı. Bu pazarın bulunduğu araziye bir alışveriş merkezi yapıldı. Ankara'nın en ilginç mimarisine sahip olduğunu düşündüğüm Malltepe Park, eski pazar esnafının ahını almıştı. Sopalarla dövüle dövüle pazar yerinden atılan esnafın tutan ahı, Malltepe Park'ı iflas noktasına getirdi. Market, dükkanlar derken hayalet alış veriş merkezine dönüştü Malltepe Park. Sonunda alış veriş merkezi yönetimi eski (kendi deyimleriyle tarihi) maltepe pazarını Malltepe Park'ın içine taşımaya karar vermiş.  Bugünlerde hummalı bir çalışma sürüyor Malltepe Park'ta. Dükkanlar alçıpanla küçük dükkancıklara bölünüyor. Öğrendiğime göre şimdiden 70'ten fazla pazar esnafı taş...

Emeklilik

Emeklilik başlıklı yazımı hazırlamanın kolay olacağını düşünmüştüm. Yazıp sildikçe, tahminimin doğru olmadığını gördüm. 1995'te üniversiteden mezun oldum ve çalışmaya başladım. Bu sene Mart'ın son günü emekli olana dek neredeyse kesintisiz çalıştım.  "Emeklilik" kavramı üzerine yazmak istiyorum ancak söz dönüp dolaşıp neden emekli oldum, emekli olduktan sonra büyük bir heyecanla başladığım ve kelimenin gerçek anlamıyla gecemi gündüze katıp çalıştığım yeni işimden 3 ay sonunda neden ayrıldığım gibi konulara geliyor. Aynı tuzağa bu kez düşmeyeceğim ve emeklilik kavramı üzerine kalem oynatacağım. Osmanlıca'da tekaüt ya da takaüt kelimesi kullanılırmış, ki oturmak kökeninden gelirmiş . Emekli olana ise mütekaid denilirmiş. Emek sahibi, emek vermiş anlamına gelsin diye mi emekli kullanılıyor günümüzde emin değilim. 18-20'li yaşlarda başlayan çalışma hayatı, ömrün sonuna kadar sürmüyor. Çalışma hayatı boyunca, hafta içi günlerin gündüzlerini kapsayan vakitlerimi...