Kimi bir kaç cümlelik kimi bir kaç sayfalık anılarla dolu öykücükler ve tümünü bağlayan farklı bir kurgu. Barış Bıçakçı'nın son novellasını severek okudum. Okuma heyecanını bozmadan, konusundan kısaca bahsetmek istiyorum. Halis Bey, emekli elektrik mühendisi. Ayşe ise başarılı bulunan bir öykü kitabı yayınlamış bir peyzaj mimarı ve tercüme yaparak hayatını kazanıyor. Tercüme bürosunda rastlaşıyorlar ve Halis Bey Ayşe'den anılarını öyküleştirmesini istiyor, ücreti karşılığında. Novella, Halis Bey'in anıları ve Ayşe'nin hayatını anlatan bölümlerle kurulmuş. Novellada yer alan bölümlerin her biri ayrı öyküler haline getirilebilecek derinlikte. Ayşe'nin hayatına dair bölümlerde ülkenin gündemine dair göndermeler de yer alıyor. Daha önce okuduğum eserlerinde olduğu gibi bolca Ankara var arka planda. Hatta Garson başlıklı bölümde Ankara başrolde. İstanbullular deniz yok, fazla gri dese de Ankara, Ankara'da yaşamaya alışmışlar için kendine has özellikleri ve güzelli...
Yazıyı yayınlayıp yayınlamayacağımı bilmiyorum. Yayınlarsam
bile bu ilk yazdığım hali mi olacak emin değilim. (Yayınlarken, yazının ilk halini koruduğumu belirtmek isterim!) İşin doğrusu ne yazacağımdan
da emin sayılmam. Ankara’dan 17’ye doğru kalkan bir uçakla Münih’e doğru yol
alırken, kalkışın üzerinden neredeyse 45 dakika geçmişken yazıyorum. Durup
düşünmek ve/veya okumak dışında bir şey yapmak istediğimden netbook’u
çıkarttım. Yazdıklarımı, eğer yayınlarsam, okuduğunuzda ben muhtemelen (bu
kelimeyi o kadar severek kullanıyorum ki henüz 4 yaşını yeni bitiren kızım da
konuşmalarının arasında kullanmaya başladı) Krakow’da otelime yerleşmiş
olacağım.
Başlığa dönersem, gerçekten de ne yapıyorum acaba? Kimse
beni zorlamamışken, para vermiyorken, sadece kendimi geliştirmek uğruna önce
Londra’ya ardından Krakow’a gidiyorum. Onca yol parası, onca otel parası,
Londra için vize parası ve her ikisinde 15’er liradan yurt dışı çıkış harçları.
Nereden baksan toplamda bir aylık maaşım kadar parayı harcamışımdır. Peki, ne
için? Nedir bu bitmeyen, bitecek gibi de görünmeyen çabamın asıl nedeni?
Linkedin mi beni böyle arayışlara, çabalara iten? Yoksa on beş yıldan uzun
süredir devam eden tek düze iş hayatının getirdiği sıkıntıdan kurtulma çabası
mı?
Aslında başlıktaki soru, kafamın karışıklığının bir ispatı niteliğinde.
Bir yandan kamunun güvenli limanında yüzmek istiyorum, bir yandan ise farklı
denizleri keşfetmek. Bu seyahatlerim, kendimi iyi hissetmem dışında bir şeye
yarayacak mı? Bana yeni kapılar açacak mı? Açmasını istiyor muyum gerçekten?
Bilmiyorum.
Dün Ankara’ya dönerken, uzun otobüs yolculuğum sırasında
birkaç film seyrettim. Şu an seyahat etmekte olduğum Lufthansa uçağıyla
kıyasla, eğlence açısından fazlasını sunan otobüste iki film kanalı
bulunuyordu. Her koltuğun arkasındaki ekranlarda döne döne yayınlanıyordu
filmler. Kamil Koç, tercihlerini Fransız filmlerinden yana kullanmıştı.
Romantik komedi, dram olarak nitelendirilebilecek yeni tarihli filmlerin
isimlerini bilmiyorum ne yazık ki. Bu filmlerin birinde, 30’larının ortalarında
yalnız yaşayan ve yalnızlıktan şikayet etmeyen , iş-güç sahibi bir kadın
hayatında herşey yolunda giderken kolon kanseri olduğunu öğreniyordu. Bu
bilgiyle birlikte altüst olan hayatını, hayatın anlamını sorgulayışını izledim.
Filmde şöyle bir ifade geçiyordu: “Herkes bir gün ölecek, bunu hep biliyordun.
Öyleyse neden korkuyorsun?” Kadın kahraman, “ Evet ama daha yapmak istediğim
çok şey vardı” yanıtını veriyor haliyle. Filmde, Tanrı veya melek olarak
değerlendirebileceğimiz karakter ise “her zaman yapmak istediklerin olacaktır”
diyor. Gerçekten ne ilginçtir bu ölüm meselesi. Bilincimiz oluştuğundan
itibaren öleceğimizin farkında olarak yaşarız. Ama sanki ölüm bizden çok
uzaktaymış gibi davranırız. Yazdıklarımın dinle doğrudan ilgisi yok. Din
konusunda ne yazmayı ne konuşmayı sevenlerdenim. Herkesin kendine göre bir
inandığı var, kiminin inandığı hiçbir şey yok. Benim derdim bunlar değil.
Ölümle birlikte bildiğimiz hayatın sona ereceği konusunda
dine inananlarla inanmayanlar anlaşıyor. Madem bir şekilde bu bildiğimiz
dünyaya veda edeceğiz o zaman hazır henüz veda etmemişken yapmayı
istediklerimizi yapsak. Engel olan ne ki? Hayat dediğimiz erteleyerek
yaşanmayacak bir şey. Çünkü ertelediğimiz şeyleri yapmak için fırsat bulup
bulamayacağımız hiç belli değil. Leo
Busliaga’nın kitaplarına benzediğinin farkındayım yazdıklarımın. Ama
amacım, çok doğru görünüp uygulamasının olanaksız kadar zor olduğu sözler
karalamak değil.
Yukarıdaki fikir yürütmelerinden yola çıkarak 2013’e temiz
bir sayfa açıp başlamak istedim. Öncelikle, uzunca bir süre, hayatımda beni
mutsuz edenleri düşündüm. İlk bulduklarım, şaşırttı beni. Facebook listenin
başında yer alıyordu. Eski dostlar, liseden, üniversiteden arkadaşlar. Herkes
bir yerlere dağılmış, farklı insanların hayatlarına değerek yaşıyor. Kimisiyle
özel paylaşımlarım olmuş, kimiyle hiç anlaşamamışız. Yıl sonuna doğru listemi
azaltarak işe başladım. Baktım mesele azaltmak değil. Kim nerede ne yapıyor soruları beni asıl mutsuz eden. Kendimi dikizleyen
olarak hissettiğimi fark ettiğim gün hesabımı tamamen kapattım. Sonradan
konuştuğum kimi arkadaşlar benzer duygular içinde olduklarını söylediler.
Onlara da hesaplarını silmelerini önerdim.
Yılbaşından itibaren uyguladığım önlemlerin ikincisi ise
beni mutsuz eden ikinci şeyle ilgili. Malumaliniz, bloğumda teknik etiketli
yazıların büyük bölümü televizyon teknolojisi ile ilgili. 1998 yılında beri bu
sektörün içindeyim ve 2003’ten beri konunun ar-ge kısmındayım. Yani bir yerde
değil, tam olarak hayatımı radyo televizyon dünyasındaki yeniliklerden,
gelişmelerden kazanıyorum. Ancak, televizyon izlemekten nefret ediyorum.
Nefret, çok güçlü bir duygu bana kalırsa ve bu güçlü duyguyu temsil eden
kelimeyi günlük hayatımda kullandığım nadirdir. Televizyon için ise hiç
düşünmeden nefret ettiğimi söyleyebilirim. Elbette bir dönem devam ettiğim
gazetecilik doktorası sırasında okuduğum kitapların, bu fikre ulaşmamda katkısı
oldu. Biraz da 2009 doğumlu iki(z) kızlarım, televizyondan uzaklaşmamı sağladı
ve o kısır döngüden kopunca ne kadar hayat hırsızı bir şey olduğunu
görebildim. Ağır ifadeler kullandığımın farkındayım televizyon için. Ancak
burada bir konuya açıklık getirmem gerekiyor. Karşı olduğum televizyonun
kendisi. Herhangi bir kanal ya da içerik değil. Topuna ve kökten
karşıyım. Tek yönlü, insanın beynini uyuşturan bir yapısı var o “büyülü”
ekranın.
Ve gelelim üçüncüye. O işimle ilgili. İşimle ilgili
düşündüğümde aklıma şanslı olduğum gelir hep. Ar-Ge, 1995 yılında üniversiteden
mezun olduğumda ilk çalıştığım iş idi. O zaman kelimenin gerçek anlamıyla bir
araştırma geliştirme merkezinde çalışıyordum. Uğraştığım proje, elektronik
elektrik sayacı, firmadan ayrıldıktan sonra hayata geçti ve raflarda yerini
aldı. 2003 yılında beri çalışmakta olduğum işyeri biriminde ise pozisyonum bana
daha fazla özgürlük tanıyor. Geliştirecek konular var: uygulamalar, yazılımlar,
özel donanımlar. Ancak iş bununla kalmıyor. Yayıncılık dünyası belki diğer
sektörlere kıyasla daha fazla değişim içerisinde. Bilgi teknolojilerindeki
gelişmeler hızla sektörümüze uygulanıyor ve iş yapma şekilleri, iş modelleri
değişiyor. Hal böyle olunca farklı standartlar, farklı çözümler ortaya çıkıyor.
Kimi zaman çalıştığım iş yeri, kimi zaman ülkemiz için bunlar arasında
tercihler yapmak gerekiyor. Bu tercihlerde yol göstericiye ihtiyaç duyuruluyor.
Kendimi bu konularda da yetkinleştirerek faydalı birisi olmaya gayret
gösteriyorum.
İşte 2013 ile birlikte bir durum tespiti yaptım. Çeşitli
nedenlerle çalışmakta olduğum iş yerinde yurt dışı etkinliklere katılmama
destek olunmuyor. 1998 yılında bu yana görevli olarak iki kez yurt dışına
gönderildim. Birisi, yeni alınan bir cihazın 2 günlük eğitimi, diğeri ise 2
günlük bir seminer içindi. 2013 başında fark ettim ki ya sadece ülkemizdeki
etkinliklerle sınırlı kalıp ufkumu ülke sınırlarında tutacaktım ya da masrafı
neyse cebimden karşılayıp Avrupa’daki önemli buluşmalara katılacaktım. Ben
katılmayı seçtim. Katılmayı seçmiş olmak önemliydi elbette. Ancak yeterli
değildi. Etkinliklerin büyük bölümü ciddi katılım ücretleri talep ediyordu.
Yani iş oralara gidip otel paralarını ödemekle bitmiyordu. Londra’da gözüme
kestirdiğim IP & TV World Forum 3 günlük bir etkinlikti ve 2000 Sterlin’in
üzerinde para istiyordu. Bir diğer sorun, Birleşik Krallık’ın istediği vizeydi.
Hal böyle olunca nisan ayındaki bu etkinliği es geçtim. Yerine, onun kadar geniş
katılımlı olmasa da önemli buluşmalardan birisi olan Connected TV World
Summit’i tercih ettim. İlk iş etkinliğin düzenleyicisine e-posta göndermek
oldu. Sağolsun beni davet etme inceliğini gösterdi ve ben bu davet üzerine
hızla vize başvurumu yaptım. Bir hafta içerisinde vizem de elimdeydi. İş yerine
alacağım yanıtı bile bile başvurdum ve alacağım yanıtı bile alamadım. Halen bir
yanıt da alabilmiş değilim. Belki birkaç ay sonra başvurumun uygun
görülmediğini öğrenirim. Oteli ayarlayıp, ki Londra çok pahalı bir kent, bileti
World Card puanı ile alınca geriye sevgili kızlarımdan ve eşimden izin almak
kalmıştı. Bugüne kadar her konuda destek gördüğüm eşimin yardımlarıyla onları
da ikna ettik. Sonunda gittim ve gerçekten ufkum genişlemiş bir şekilde döndüm.
Döndüğümde kafamda net olmayan OTT TV, Smart TV ve iş modelleri netleşmişti.
Şimdi bu kararın bir uzantısı olarak Digital TV Central
& Eastern Europe etkinliği için bir kez daha yoldayım. Gene düzenleyici
şirketin davetlisi olarak ve elbette diğer tüm masrafları cebimden ödeyerek ve
bir kez daha yıllık iznimden kullanarak gidiyorum Krakow’a.
Yazıya başlayalı bir
saati geçmiş. Yakında pilotun iniş için alçalıyoruz anlamına gelen anonsu
duyulacak. Uçak Münih’e inecek, ardından Krakow uçağıyla hedefe ulaşmış olacağım.
Belki Münih’te beklerken, belki Krakow’da otelimde yayınlayacağım bu
yazdıklarımı. (gene yayınlarken, Münih havaalanının G82 kapısının önünde beklerken yayınladığım notunu düşmek isterim!)
Son söz olarak, isterseniz bir şekilde oluyor. Belki
gereğinden fazla paraya mal oluyor, belki yıllık izinlerimi tüketiyorum ama
bildiğim bana iyi geldiği.
Hayat, dertlenerek de eğlenerek de geçiyor.
Değişmez olan geçtiği.
Mesele o geçerken siz
ne yapıyorsunuz.
Başlığa dönersek, ben ne yapıyorum acaba?
Ankara – Almanya arası bir yerler 24 Haziran 2013 Ankara
saatiyle 18.22
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız denetimimden geçtikten sonra yayınlanacak. Beğenmediklerinizi hakaret içermeyen şekilde ifade edin lütfen.