Gölgeleri oldum olsası sevdim. Işığın somut göstergesi gibi geldi bana. Işığın yönüne ve şiddetine göre değişmesini, hayatın farklılaşan akışına benzettim. Uzayan kısalan, koyulaşan belirsizleşen gölgeler... Gölgelerin bu suskun ama etkili varlığı çağrışımlar yaptı ömrüm boyunca. Kökenleri çocukluk yıllarıma kadar uzanıyor belki. Ağaçların uzayan gölgelerini izlerken fark etmiştim ışığın ve karanlığın birbiriyle oyununu. Her gölgenin, öyküsü başkaydı; kimi dinginlik, kimi merak, kimi endişe içerirdi. Sessiz sinema gibi, sözsüz öyküler, giz ile görünen arasındaki ilişkiyi mi yansıtıyor acaba? Gölgelerin etkileyici olmaları biraz da bu yüzden sanırım, hayal gücümüzü işe koymaları. Görünen ile giz arasını doldurması bize kalıyor.
Her ayın ilk pazar günü Ankara Ayrancı pazar yerinde kuruluyor antika pazarı. Antika meraklıları kadar, benim gibi sahaf tutkunlarına da hitabeden stantların birinde rastladım Nalan Türkeli'nin günlüğüne. Benim okuduğum Gökkuşağı Yayınları'nın Mart 1997 tarihli dördüncü baskısıydı. 150 sayfalık günlük, İstanbul'un varoşlarında hayata tutunmaya çalışan bir kadının mücadelesini anlatıyor. Ülkedeki fakirlik ve zorlu yaşam koşullarına askerlik yaparken şahit olmuştum. Bu anlamda, askerlik günlerinde gördüklerimi çok önemserim.
Türkeli'nin kullandığı kelimeler, cümle yapıları aldığı daha doğrusu alamadığı eğitimle kıyaslandığında çok başarılı. Bu kadar da olmaz dedirten sıkıntılarla boğuşurken hep okumaya, bilgisini arttırmaya çabalıyor oluşu insanda ister istemez bir öfke doğuruyor. Öfke elbette Türkeli'ye değil. İnsanların en temel ihtiyaçları olan eğitim, sağlık ve barınma haklarına bile sahip olamaması öfkelendiriyor. Çocuğu hasta yatarken ilacın ne kadar olduğunu düşünüp sabaha kadar başında çaresizce beklemek, evde yiyecek bir şey kalmadığından komşularda karın doyurmak. Tüm bunlarla uğraşırken yazmak.
Türkeli şimdilerde ne yapıyor, kitaptan sonra hayatında değişiklikler oldu mu bilmiyorum. Onun hayatı değişmiş olsa bile ülkede daha nice Türkeli var kimbilir. Hal böyle olunca ister istemez aklıma Kaan Arslanoğlu'nun Tıp Bu Değil adlı çok yazarlı kitapta Tıbba Psikiyatrik Açıdan Bakmak başlıklı makalesindeki şu tespiti geldi:
"İnsanları bu düzen hasta ediyor. Öte yandan insanlığın öyle ya da böyle çoğunluğu açısından kapitalizmi yeğlemesi başlı başına en yaygın akıl hastalığı. Kansere, kalp hastalıklarına, obeziteye, diyabete, otoimmün hastalıklara eğilimi giderek arttıran bu yaşam tarzı, bu sosyo-ekonomik sistemdir. İnsanları ruhsal olarak hastalandıran, en kötü taraflarını ortaya çıkartıp azdıran da bu sistemdir. Bunu artık neredeyse ilkokul çocukları bile fark ediyor.Fark ediyor da, bu sistemi ortadan kaldıralım, sosyalizmi kuralım dediğinizde ya sizden kaçmaya ya deli muamelesi yapmaya ya da fanatik diye damgalamaya kalkıyorlar. Hem de kimler, sabah akşam sistemin sağını solunu kötüleyenler.Bir psikiyatrist insanları birbiriyle sürekli rekabete, hatta daha fazlası, birbirini ezip yok etmeye zorlayan bu düzenin hasta ettiğini bilmiyor, söylemiyor, buna dair bir şeyler yapmıyorsa, bana göre alimlerin alimi olsa eksik uzmandır." s141,142.Bu düzende varolma mücadelesinin günlüğü insanın gücünün kanıtı. Bu gücü sistemi yeni baştan kurgulamak için de bir gün kullanacaktır. Doğa bunu gerektirir.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız denetimimden geçtikten sonra yayınlanacak. Beğenmediklerinizi hakaret içermeyen şekilde ifade edin lütfen.