Havaların gidişinden anlamak pek mümkün olmasa da Aralık ayının sonuna yaklaşıyoruz. Mağazalarda ve caddelerde ışıklı, geyikli süslemeler yeni bir senenin geldiğini hatırlatıyor. Herkesin yeni yıldan bekledikleri farklı elbette. Ben huzur ve sağlık diliyorum, tüm insanlık için. 2025 yılı içinde her hafta en az bir blog yazısı eklemeyi kendime hedef olarak koydum. Bu yazıların belirli bir konusu olmayacak. Doğaçlama, aklıma gelenler, aklıma takılanlar. Video izlemektense okumayı tercih edenlerdenseniz, beklerim bloguma. Yazıları, çeşitli tarihlerde farklı mekânlarda çektiğim fotograflar süsleyecek. Bir de sürpriz bekliyor, 2025 yılında okurlarımı. Umarım beğenirsiniz...
Bay Satoshi de Kim adlı romanın, sevgili arkadaşım Seda Çıngay'ın duru çevirisiyle Everest Yayınları'ndan Ocak 2013 tarihli ilk baskısını okudum. 303 sayfalık roman 1981 doğumlu Lee'nin ilk eseri. Sürükleyici bir arayış romanı. Bir iki oturuşta kolayca okunuyor. Kahramanımız Robert Fossick, Bay Satoshi'yi ararken aslında kendisini, kendisiyle ve hayatla ilgili gerçekleri de arıyor bir yerde. Arka planda İkinci Dünya Savaşı yıllarında işgal kuvvetlerinin Japonya'da yaptıkları anlatılmış. O zamana ilişkin bilgilere daha fazla yer verilseydi daha iyi olurdu gibi geldi bana. Romanı okurken tarihin tekrardan ibaret olduğunu düşündüm. İşgaller günümüzde de devam ediyor. İşgalcilerin yaptıkları yıllar geçse de değişmiyor. Romanın sonunda bir teşekkür sayfası var. Burada yer verilen kitaplar, İkinci Dünya Savaşı sonrası Japonya'da olan bitene dair ek bilgi edinmek isteyenler için iyi kaynaklar olabilir. Gerçi söz konusu kitapları dilimize çevrilmiş mi bilemiyorum.
Bu kısa yazıyı romandan kısa bir alıntıyla bitireyim. Alıntı İkinci Dünya Savaşı sonrası Tokyo'daki yaşama ilişkin bir gözlem. Bu bölümü okurken aklıma Nazım Hikmet'in Kız Çocuğu adlı şiiri geldi aklıma. "(...) 7 yaşında bir kızım / Büyümez ölü çocuklar (...)" :
"...İlk konuştuğumuz Japonlardan biri, Azabu Mahallesi'ndeki külrengi kalasların arasında kendi başına gezinen yedi yaşında bir kızdı. Kir pas içinde, yırtık pırtık, eski bir bluz giymiş, elinde çamurdan yapılma bir bebek olan bir kızdı. Çorabı da, ayakkabısı da yoktu, gözleri hava kabarcıkları kadar boş bir ifadeyle bakıyordu. Boynuna asılı bir kuşağın ucunda, ağzı kille mühürlenmiş beyaz bir kutunun sallandığını fark ettim. Kıza yeteri kadar yiyeceği olup olmadığını sorduk: annesiyle babası öldüğünden beri olmadığını söyledi. Beyaz kutuyu boyunda taşımak bir Budist geleneği. Ölülerin külleri ve kemikleri oluyor o kutuda.
Kızın adı Kazue'miş. Bizi Ueno İstasyonu'nun içine götürdü. Evsiz insanlarla dolu kocaman bir baraka burası; orada yaşayanların arasında yaşı en küçük olan da Kazue değil. Korkunç bedensel bozuklukları olan, yüzleri balmumu gibi erimiş, çehreleri biçimini kaybetmiş bebekler var orada. A-bombasından sonra hayatta kalanların arasından Tokyo'ya gelmeyi başarmış olanların çoğu, böyle istasyonlarda yaşıyorlar. Şuursuzca duvarlara tutunuyorlar, kişilikleri yumuşak, köşesiz. İstasyonların içinde katlanılmaz bir koku var. Her tarafta, tuvalet gibi kullanılan zeminden toplanmış insan dışkılarıyla dolu kovalar var. İnsanlar gübre bulma konusunda o kadar çaresiz ki, kupkuru toprağı dışkıyla gübreleyip bir şeyler yetiştirmeye çabalıyor." s.42-43
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız denetimimden geçtikten sonra yayınlanacak. Beğenmediklerinizi hakaret içermeyen şekilde ifade edin lütfen.