Gölgeleri oldum olsası sevdim. Işığın somut göstergesi gibi geldi bana. Işığın yönüne ve şiddetine göre değişmesini, hayatın farklılaşan akışına benzettim. Uzayan kısalan, koyulaşan belirsizleşen gölgeler... Gölgelerin bu suskun ama etkili varlığı çağrışımlar yaptı ömrüm boyunca. Kökenleri çocukluk yıllarıma kadar uzanıyor belki. Ağaçların uzayan gölgelerini izlerken fark etmiştim ışığın ve karanlığın birbiriyle oyununu. Her gölgenin, öyküsü başkaydı; kimi dinginlik, kimi merak, kimi endişe içerirdi. Sessiz sinema gibi, sözsüz öyküler, giz ile görünen arasındaki ilişkiyi mi yansıtıyor acaba? Gölgelerin etkileyici olmaları biraz da bu yüzden sanırım, hayal gücümüzü işe koymaları. Görünen ile giz arasını doldurması bize kalıyor.
Geçen dönem aldığım derslerin birinde okumamız istendiği için haberdar olduğum ve içeriği nedeniyle iç bunaltısı ile okuduğum bilim kurgu Go! Ekolojik Diktatörlük. Ankara'lı yayınevi Ayraç Yayınları tarafından 1998 yılında yayınlanmış. Benim aldığım ilk baskısıydı, sanırım çok ilgi çekmemiş. Ankara'da yaşayıp kitabı almak isterseniz Selanik Caddesi'ndeki Metropol sinemasının yanındaki kitapevinde bulabilirsiniz.
Gelelim kitaba. 1993 yılında Almanya'da çevre, ekoloji konularında çalışmaları olan gazeteci Fleck tarafından kaleme alınan Ekolojik Diktatörlük kara ütopya olarak adlandırılabilecek bir bilim kurgu. 2050'li yıllardaki dünyaya ilişkin karamsar, gerçekçi diye de nitelendirilebilir, bir tablo çiziliyor. Dünyanın büyük bir kısmı yaşanmaz hale gelmiş. Bir grup devlet Global Observer (Küresel Gözlemci) adı altında birleşmiş ve çevreyi koruyabilme adına konulan çok sıkı kurallarla insanları yöneterek hayatta kalmaya çalışıyor. Kitabın uyandırdığı iç bulantısının nedeni, böyle giderse 2050'lerde belki de kitaptakinden beter bir dünyada yaşayacağımız gerçeğini hissetirmesi. Romanın, içine serpiştirilmiş ve sonunda referansları gösterilmiş gerçeklerle güçlendirilen inandırıcığı, 2050'lere ilişkin öngörünün doğru çıkma olasılığını düşündürüyor.
Günümüzde nükleer santralin kaçınılmazlığından dem vuranlara enerji ihtiyacını kısmayı denemeyi önerenlerden birisi olarak, kitabın 100. sayfasındaki bölümü aşağıya alıntıladım. Vurgulamalar bana ait.
Uygarlığın gerçek doğasını gizlemekte hiçbir mit, modern teknolojinin yalnızca insanlığın iyiliği için bir araç olduğu biçimindeki sık sık tekrar edilen yanlış inanç kadar etkili olmamıştır. Normal bir elektrikli mikser düşünün - bunu her evde bulabilirsiniz. Duvardaki prize tek bir bakış bile, bu cihazın dünya çapında yayılmış bir sistemin bir parçası olduğunu anlamaya yeterdi. Elektrik enerjisine bir kablo ve iletim hattı şebekesi aracılığıyla ulaşıyordu. Bunları da santraller besliyordu, onlar da suya, boru hatlarına, yüklü tankerlere gereksinim duyuyordu. Ve onlar da barajları, petrol arama matkaplarını ve nükleer enerji santrallerini gerektiriyordu. Bütün bu zincir ancak doğaya çok büyük bir müdahale sonucunda mümkün olabiliyordu. Evet, yeterli ve hızlı servisi garanti ediyordu ama, ancak bir mühendis, plancı, maliyeci ordusu istasyonlarında hazır beklediği ve bunlar da idarecilere, üniversitelere ve hatta bütün endüstriye başvurabildiği zaman mümkün oluyordu bu. Yumurtayı elimizde de kolayca çırpabileceğimizi düşünürseniz, insanın gücünü ve aklını bir hiç uğruna harcadığı açıkça görülebilir.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız denetimimden geçtikten sonra yayınlanacak. Beğenmediklerinizi hakaret içermeyen şekilde ifade edin lütfen.