Metrodan çıkmak için yürüyen merdivene adımımı attığımda, dışarıda beni nelerin beklediğinden haberim yoktu. Okula, işe yetişme telaşında olanların kalabalığı bitmiş, toplu ulaşım, acelesi olmayanlara kalmıştı. Merdivenin son basamağını geldiğimde sokak sakin ve huzurlu görünüyordu. Sabahın serinliği yerini öğleye geçişin ılıman haline bırakmıştı. Kediler ve martılar duvar diplerine bırakılmış yemleri paylaşıyor, kargalar bu paylaşımdan kendilerine de pay düşecek mi merakıyla olan biteni izliyordu. Her zaman döndüğüm sokağı es geçip ilerledim. Yeni sokak, yeni binalar, yeni yüzler... Tek sokak değiştirince bile karşıma çıkanların farklılığı şaşırttı. Yürümeyi sürdürdüm. Güneş yükselirken bulutsuz gökyüzü alabildiğine maviydi. Karşılaştığım insanların kiminin yüzü tanıdık gelse de bir çoğunu ilk kez görüyordum. Oysa sadece bir sokak değiştirmiştim. Sokağın sonundaki kafenin bahçesinde yaşlı bir çift sabah kahvesi içiyordu. İkisi de sokağa dönük, yan yana san...
Ne yazmış olursa olsun düşünmeden ilk fırsatta satın alıp okuduğum iki yazar var. Biri Vedat Türkali, diğeri Kaan Arslanoğlu. Psikiyatrist doktor olan Arslanoğlu insan, insanın zayıflıkları, zeka, zeka yetersizliği gibi konularda tartışılacak eserler veren üretken bir yazar aynı zamanda. Söylentilere göre tıp doktorluğunu bırakıp tüm mesaisini yazmaya ayırmış artık. Devrimciler adlı romanının etkisinden uzun süre kurtulamamıştım. Hele işkenceleri anlatan bölümleri, o korkunç olayı yaşamışlarca, çok gerçekçi bulunmuştu. Yanılsamanın Gerçekliği başlıklı iki kitap, solun neden başarılı olamadığından Türkiye özelindeki sorunlara kadar çok konuda düşündüren önermeler içeriyor.
Arslanoğlu'nun tüm romanlarını ve bir ikisi dışında tüm inceleme kitaplarını okumuş birisi olarak son romanı şaşırttı. Daha önce okuduğum romanlarından farklı olarak çok fazla gönderme içeren bir eser (belki önceki eserlerdeki göndermeleri fark edememiştim okuduğum dönemlerdeki birikimimin yetersizliğinden). Kutsal kitaplardan dinsel mitlere, filozoflardan esas gönderme olan 1984 romanına kadar takipte zorlanıyor insan. Nuh tufanını hatırlatan bir felaketle yok olan dünyada kurtulan bir grup seçilmiş çok steril hayat yaşamaya başlamış. Geri kalanlar ise robotlaşmış, sistemin kendilerine verdiği sanal mutluluk reçeteleri ile tatmin arar olmuş. Aslına bakarsanız bugünden çok da farklı değil anlatılanlar ne acıdır ki. Bu gün insanların büyük çoğunluğu ev-iş arasına sıkışmış hayatlarında, akşam yemeği ardından (hatta kimi evlerde yemek sırasında da) modern uyuşturucu beyaz ekran karşısında kendilerinden geçiyor. Beyinleri kullanılmaya kullanılmaya bir çok pratikliğini kaybetmiş. İş yerinde kararları bir üst amirine bırakmış, altını ezmeye üstüne yalakalanmaya çabalayan garip bir güruh olduk bir çoğumuz. Kendimi bu güruhtan ne kadar ayrı tutabiliyorum bilemedim şimdi. En azından iş yeri tanımlamasına uymadığım kesin :)
Kitaba dönersem, etkileyici bir finale sahip. Hangisi gerçek, hangisi düş? Kitabin ilk paragrafı ile son paragrafını tekrar okumakta yarar var. Bütün ömür bir rüyaysa düşte olduğumuzu nasıl anlarız peki?
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız denetimimden geçtikten sonra yayınlanacak. Beğenmediklerinizi hakaret içermeyen şekilde ifade edin lütfen.