Gölgeleri oldum olsası sevdim. Işığın somut göstergesi gibi geldi bana. Işığın yönüne ve şiddetine göre değişmesini, hayatın farklılaşan akışına benzettim. Uzayan kısalan, koyulaşan belirsizleşen gölgeler... Gölgelerin bu suskun ama etkili varlığı çağrışımlar yaptı ömrüm boyunca. Kökenleri çocukluk yıllarıma kadar uzanıyor belki. Ağaçların uzayan gölgelerini izlerken fark etmiştim ışığın ve karanlığın birbiriyle oyununu. Her gölgenin, öyküsü başkaydı; kimi dinginlik, kimi merak, kimi endişe içerirdi. Sessiz sinema gibi, sözsüz öyküler, giz ile görünen arasındaki ilişkiyi mi yansıtıyor acaba? Gölgelerin etkileyici olmaları biraz da bu yüzden sanırım, hayal gücümüzü işe koymaları. Görünen ile giz arasını doldurması bize kalıyor.
Ne yazmış olursa olsun düşünmeden ilk fırsatta satın alıp okuduğum iki yazar var. Biri Vedat Türkali, diğeri Kaan Arslanoğlu. Psikiyatrist doktor olan Arslanoğlu insan, insanın zayıflıkları, zeka, zeka yetersizliği gibi konularda tartışılacak eserler veren üretken bir yazar aynı zamanda. Söylentilere göre tıp doktorluğunu bırakıp tüm mesaisini yazmaya ayırmış artık. Devrimciler adlı romanının etkisinden uzun süre kurtulamamıştım. Hele işkenceleri anlatan bölümleri, o korkunç olayı yaşamışlarca, çok gerçekçi bulunmuştu. Yanılsamanın Gerçekliği başlıklı iki kitap, solun neden başarılı olamadığından Türkiye özelindeki sorunlara kadar çok konuda düşündüren önermeler içeriyor.
Arslanoğlu'nun tüm romanlarını ve bir ikisi dışında tüm inceleme kitaplarını okumuş birisi olarak son romanı şaşırttı. Daha önce okuduğum romanlarından farklı olarak çok fazla gönderme içeren bir eser (belki önceki eserlerdeki göndermeleri fark edememiştim okuduğum dönemlerdeki birikimimin yetersizliğinden). Kutsal kitaplardan dinsel mitlere, filozoflardan esas gönderme olan 1984 romanına kadar takipte zorlanıyor insan. Nuh tufanını hatırlatan bir felaketle yok olan dünyada kurtulan bir grup seçilmiş çok steril hayat yaşamaya başlamış. Geri kalanlar ise robotlaşmış, sistemin kendilerine verdiği sanal mutluluk reçeteleri ile tatmin arar olmuş. Aslına bakarsanız bugünden çok da farklı değil anlatılanlar ne acıdır ki. Bu gün insanların büyük çoğunluğu ev-iş arasına sıkışmış hayatlarında, akşam yemeği ardından (hatta kimi evlerde yemek sırasında da) modern uyuşturucu beyaz ekran karşısında kendilerinden geçiyor. Beyinleri kullanılmaya kullanılmaya bir çok pratikliğini kaybetmiş. İş yerinde kararları bir üst amirine bırakmış, altını ezmeye üstüne yalakalanmaya çabalayan garip bir güruh olduk bir çoğumuz. Kendimi bu güruhtan ne kadar ayrı tutabiliyorum bilemedim şimdi. En azından iş yeri tanımlamasına uymadığım kesin :)
Kitaba dönersem, etkileyici bir finale sahip. Hangisi gerçek, hangisi düş? Kitabin ilk paragrafı ile son paragrafını tekrar okumakta yarar var. Bütün ömür bir rüyaysa düşte olduğumuzu nasıl anlarız peki?
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız denetimimden geçtikten sonra yayınlanacak. Beğenmediklerinizi hakaret içermeyen şekilde ifade edin lütfen.