Metrodan çıkmak için yürüyen merdivene adımımı attığımda, dışarıda beni nelerin beklediğinden haberim yoktu. Okula, işe yetişme telaşında olanların kalabalığı bitmiş, toplu ulaşım, acelesi olmayanlara kalmıştı. Merdivenin son basamağını geldiğimde sokak sakin ve huzurlu görünüyordu. Sabahın serinliği yerini öğleye geçişin ılıman haline bırakmıştı. Kediler ve martılar duvar diplerine bırakılmış yemleri paylaşıyor, kargalar bu paylaşımdan kendilerine de pay düşecek mi merakıyla olan biteni izliyordu. Her zaman döndüğüm sokağı es geçip ilerledim. Yeni sokak, yeni binalar, yeni yüzler... Tek sokak değiştirince bile karşıma çıkanların farklılığı şaşırttı. Yürümeyi sürdürdüm. Güneş yükselirken bulutsuz gökyüzü alabildiğine maviydi. Karşılaştığım insanların kiminin yüzü tanıdık gelse de bir çoğunu ilk kez görüyordum. Oysa sadece bir sokak değiştirmiştim. Sokağın sonundaki kafenin bahçesinde yaşlı bir çift sabah kahvesi içiyordu. İkisi de sokağa dönük, yan yana san...
Nazım Hikmet'in vatan hasretini en derinden hissettiren şiirlerinden birisidir belkide Saman Sarısı. Şiirin tamamını buradan okuyabilirsiniz. Bu şiirinde belki Çekçe Praha diye yazılıp Pırağ gibi okunduğundan kentten Pırağ diye bahseder. Adı nasıl söylenirse söylensin ziyaretçilerine aynı büyüyü hissettiriyor kent. Sanki büyülü bir el yapılara dokunmamış insanları değiştirmiş. Bu hissi kale civarında gezerken, ya da eski kent meydanında ve özellikle küçük mahallede fazlasıyla yaşıyorsunuz. Küçük mahalle, Prag kalesinin alt tarafındaki yapılardan oluşuyor. 18. yüzyıldan bu yana yapılara dokunulmamış. Kent, biblo gibi korunmuş binaları, adım başı satıcılarla pazar yerini aratmayan Charles köprüsü, saat başı gösterisi beklenen astronomik saati, mini etekli kızları ve ucuz birasıyla turist cenneti. Prag'a gidenler hep binaların güzelliğinden biranın ucuzluğundan bahsediyor. Hatta internetteki kent ile ilgili yorumlarda birisi Safranbolu, Beypazarı varken taa Prag'a neden gidilir ki ben gittim pişman oldum diye yazmış.
Oysa kenti gezerken Çek tarihine, kültürüne ilişkin bir çok ipucu görüyorsunuz. Örneğin eski kent meydanındaki (Staroměstské náměstí) devasa heykeli düşünün. 1400'lü yıllarda yaşamış (1369-1415) din adamı Jan Hus'un protestanlardan yıllar önce romanın katolik kilisesine karşı çıktığını, Tanrı'ya ulaşmak için rahiplere, aracılara ihtiyaç olmadığını ileri süren görüşler ortaya attığını, kiliselerin para ve güç nedeniyle kirlendiğini ileri sürdüğünü Martin Luther'in Hus'un görüşlerinden etkilendiğini bilmeden meydandaki bir anıt olarak görüp geçersiniz yanından. En iyi ihtimalle kilise tarafından yakılan bir din adamı olduğunu öğrenirsiniz rehberinizden (varsa böyle biri).
Kentin dört bir yanından gelen klasik müzik konserleri ilanlarını görüp, Dvorjak'ın Çek olduğunu, Beethoven'ın Çek asilzadelerinden Lobkoviç ailesi tarafından himaye edildiğini hatta bir dönem Prag'da yaşadığını, 5. senfoniyi Lobkoviç'lerden birine ithaf etitğini, Mozart'ın Don Giovanni eserini Prag'da bestelediğini ve ilk temsil edildiği binanın eski kent meydanının biraz ilerisindeki konser salonunda yapıldığını, binanın önünde Giovanni'yi temsil eden bir heykelin dikildiğini bilmezseniz bu işin (birçok yerde klasik müzik konserleri düzenlenmesinin) turistlere yönelik avlama olduğunu düşünürsünüz. Bu düşüncenizde bir yere kadar haklı olsanız bile Çek kültüründe klasik müziğin önemli bir yer tuttuğunu bilmek gerekir Prag'ı anlamak için.
Ayrıca Prag'da Kaleyi gezerken Lobkoviç ailesinin sarayını mutlaka ama mutlaka gezmek gerekir ayrıca. Prag gezisinin olmazsa olmazıdır bence bu saray ziyareti. Tam kalede, oyuncak müzesinin karşısında yer alıyor saray. Orayı gezmezseniz bir takım insanların sadece zengin aile bireyi olarak doğdukları için nasıl ayrıcalıklı hayatlar sürdüklerini ellerinizle tutacak kadar somut hissedemezsiniz. 1700'lü yıllarda insanlar açlıktan kırılırken bir yanda, şanlı aile, köpeklerinin portlelerini yaptırmış ve şimdi, kadife devrim sonrası güçlü avukatları ile kamulaştırılmış mallarını geri alınca, Prag merkezindeki saraylarının bir odasında (ki odanın ismi köpek odası) sergiliyorlar köpeklerinin portrelerini. Müzeyi gezerken ücretsiz verilen AudioGuide'dan alın mutlaka. İngilizce'sini alırsanız şanlı ailenin bireylerinden birisinin ağzından dinliyorsunuz öykülerini. Sarayı gezince resim berraklaşıyor. Avrupa hanedanlarının birbirleriyle akrabalık ilişkilerinin kaç asır öncesine dayandığını, doğuya karşı kaç kez aynı ordularda birleştiklerini görünce bugünler daha iyi anlaşılıyor.
Binaların görkemi ile etkilenirken bir yandan da her yere ne kadar kolay ulaştığınızı, kentte toplu ulaşımın nasıl verimli çalıştığını gözlemlemek gerekir. 1968'lerde Çekoslovakya sol bloktayken kurulan 3 metronun yeryüzünde tramvaylarla desteklendiğini görünce, yurdunu demir ağlarla kimin ördüğünü düşünmek gerekir. Ankara'mızda neden tramvay yoktur diye sormak gerekir kendimize. Bırakın tramvayı koca başkentimizde yakın zamana kadar belediyenin hizmeti ile havaalanına ulaşmak bile olanaklı değildi, ki hem Prag'da hem Budapeşte'de hem de şimdiye kadar gittiğim tüm Avrupa kentlerinde en kolay şeylerden birisidir toplu ulaşım sistemi ile kent merkezine inmek.
Çok sistematik bir rehber değil bu yazı farkındayım. Orada tuttuğum notları derleyince daha düzgününü yazacağım. Şimdi fotografları düzenlerken görüp aklıma gelenleri yazayım dedim.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız denetimimden geçtikten sonra yayınlanacak. Beğenmediklerinizi hakaret içermeyen şekilde ifade edin lütfen.