Metrodan çıkmak için yürüyen merdivene adımımı attığımda, dışarıda beni nelerin beklediğinden haberim yoktu. Okula, işe yetişme telaşında olanların kalabalığı bitmiş, toplu ulaşım, acelesi olmayanlara kalmıştı. Merdivenin son basamağını geldiğimde sokak sakin ve huzurlu görünüyordu. Sabahın serinliği yerini öğleye geçişin ılıman haline bırakmıştı. Kediler ve martılar duvar diplerine bırakılmış yemleri paylaşıyor, kargalar bu paylaşımdan kendilerine de pay düşecek mi merakıyla olan biteni izliyordu. Her zaman döndüğüm sokağı es geçip ilerledim. Yeni sokak, yeni binalar, yeni yüzler... Tek sokak değiştirince bile karşıma çıkanların farklılığı şaşırttı. Yürümeyi sürdürdüm. Güneş yükselirken bulutsuz gökyüzü alabildiğine maviydi. Karşılaştığım insanların kiminin yüzü tanıdık gelse de bir çoğunu ilk kez görüyordum. Oysa sadece bir sokak değiştirmiştim. Sokağın sonundaki kafenin bahçesinde yaşlı bir çift sabah kahvesi içiyordu. İkisi de sokağa dönük, yan yana san...
Kundera'dan okuduğu ikinci kitap. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ile ilgili yazdıklama baktım. Aslında bugün 3 yıl önce verdiğim bir sözü de yerine getirmiş olacağım bir yerde. 25 mart 2005'te yazıyı bitirirken
Sonuçta henüz sonuna ulaşamasam bile değişik bir teknikle yazılmış romanı beğenerek okuyorum. Sonuna geldiğimde daha ayrıntılı yorum yazmaya çalışacağım.
demişim. ancak anlaşılan o dönemin koşullarında bu sözümü unutmuşum :) Neyse, geç olsun güç olmasın diyerek Kundera'nın iki romanına ilişkin görüşlerimi paylaşayım. Herşeyden önce Kundera'nın yazdıklarını anlayabilmek için yakın tarihi bilmek gerekli.
İkinci dünya savaşında Çekleri Alman faşizminden kurtaran Sovyetler'in 1968 baharında dönemin Çek Komünist Partisi'nin liberal politikalar izlemesi üzerine Romanya dışındaki blok ülkeleri ile birlikte Prag'ı işgal ettiğini, işgal sırasında öldürülenlerin dışında binlerce Çekin ülkede önce yalnızlaştırıldığını ardından ülke dışına gitmek zorunda bırakıldığını üstelik tüm bunların sol adına yapıldığını, o dönem yaşananlar karşısında Çeklerin yanında olma cesaretini gösteren Mehmet Ali Aybar gibileri azınlıkta kaldığını bilmek gerekir. Çünkü Kundera'nın okuduğum her iki kitabında ülkesinin işgal edilmesi karşısında yaşadığı çaresizlik her satırda hissediliyor. Çek yazar, Gülüşün ve Unutuşun Kitabı'nı Fransa'da yazmış. Bir insanın ülkesinden gitmeye zorlanışını iyi biliriz. Benzer deneyimlere sahip ülkenin çocukları olarak. Nazım Hikmet'in şiirlerindeki vatan hasretinin benzerine Kundera'nın satırlarında rastladım.
Çok güçlü bir edebiyatçı. Lafın tamamı aptala söylenirmiş derler ya, Kundera okuyucusunun zeki olduğunu varsayarak yazıyor. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nde tüm roman boyunca aynı karakterlerin öyküsünü anlatmayı seçmiş. Gülüşün ve Unutuşun Kitabı'nda, bence, çok daha zor bir işe kalkışmış. Kitap bir roman ancak birbiriyle ilişkili farklı hayatlar üzerinden yazılmış. Romanın baş kahramanı Tamina, ülkesinden göç etmek zorunda bırakılmış gittiği yerde kafede garsonluk yapan bir Çek. Kocasını göç etmek zorunda kaldıktan bir süre sonra kaybediyor ve tek başına hayatla, anılarını unutmamayla mücadele ediyor. Romanda küçük burjuvaların samimiyetsizliklerini, cinsel açlıklarını, hayatlarında en önemli gördüklerin sorunların boşluğunu çarpıcı bir dille sunuyor. Tamina'nın dinlediği insanların hayatlarının benzerlerini ülkemizin kafe/barlarında bulmak olanaklıdır. Başkalarının sorunlarını anlamaya onların çaresizliklerini paylaşmaya çalışanların bir kısmının bunu küçük çıkarları uğruna yaptığına bir çok kez şahit oldum. Ne acı...
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız denetimimden geçtikten sonra yayınlanacak. Beğenmediklerinizi hakaret içermeyen şekilde ifade edin lütfen.