Gölgeleri oldum olsası sevdim. Işığın somut göstergesi gibi geldi bana. Işığın yönüne ve şiddetine göre değişmesini, hayatın farklılaşan akışına benzettim. Uzayan kısalan, koyulaşan belirsizleşen gölgeler... Gölgelerin bu suskun ama etkili varlığı çağrışımlar yaptı ömrüm boyunca. Kökenleri çocukluk yıllarıma kadar uzanıyor belki. Ağaçların uzayan gölgelerini izlerken fark etmiştim ışığın ve karanlığın birbiriyle oyununu. Her gölgenin, öyküsü başkaydı; kimi dinginlik, kimi merak, kimi endişe içerirdi. Sessiz sinema gibi, sözsüz öyküler, giz ile görünen arasındaki ilişkiyi mi yansıtıyor acaba? Gölgelerin etkileyici olmaları biraz da bu yüzden sanırım, hayal gücümüzü işe koymaları. Görünen ile giz arasını doldurması bize kalıyor.
Değerli psikiyatrist doktor Kaan Arslanoğlu, bu özelliğinin yanında, bir çok roman ve inceleme kitabı yazan bir yazar. Yanlış anımsamıyorsam değerli yazarımızın tüm romanlarını okudum. Bir çoğu oldukça derinden etkiledi beni. Bu yazımda romanlarından ziyade Yanılsamanın Gerçekliği isimli inceleme-deneme kitabından bahsetmek istiyorum. Kitaplarından demek daha doğru olacak, çünkü bu kitaptan sonra çıkan Politik Psikiyatri isimli kitabın alt ismi de Yanılsamanın Gerçekliği II. Kitap ile ilgili bir incelemeyi bağlantıdan bulabilirsiniz.
Kitapların bu yazıya taşınmalarının sebebi ise değerli kuzenimin Amerika'da yaşayan Türkler yazımla ilgili yaptığı yorum. Yorumda, oraya giden ve belli bir süre kalan kişilerin, oradakileri mankafa oldukları yorumu yapmaları, ilerleyen zamanda ise aslında bu mankafalığın iyi bir olduğunu düşünmeleri vs.lerden bahsediliyor. Sn. Arslanoglu, ülkemizde ve dünyada yönetim sistemlerinin neden daha adil, daha insancıl olamadığını açıklamak için insan evriminin henüz tamamlanmamış oluşu, bunun sonucu olarak genelde zekasının da "normal" diye tanımlanan düzeyin altında olduğunu yazmış. Sn. Arslanoğlu, gelişmiş Batı kapitalist ülkelerinde bu durumun iyi tespit edildiğini ve "sistemin" bu normalin altında zekaya sahip çoğunluktan en yüksek verimi alacak şekilde oluşturulduğunu söylüyor. Bu amacın gerçekleşmesi için insanların yapacakları işin en küçük ayrıntısına kadar tanımlandığı, kişinin zekasını kullanma ihtiyacının en aza indirildiği bir sistem oluşturulmuş.
Almanya'da katıldığım bir eğitimde bu söylemin doğruluğunu gözlemlemiştim. Fabrikadaki mühendisler, çalıştıkları konu hakkındaki küçük ayrıntıları bile bilirken, yorum yapabilecekleri yakın konularda hiç bir fikirleri olmadığını söylemişlerdi. Şimdi bu noktada ülkemizdeki durumu düşünelim. İnsanların fikir sahibi olmaları için bilgiye hiç ihtiyaç duymadığı, üniversiteye "iş" sahibi olmak için gidildiği, üniversite mezunlarının "ne iş olsa yapabildiği", uzmanlığın, kariyer planlamasının esamesinin okunmadığı bir durum. Hangisi daha verimli?
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumlarınız denetimimden geçtikten sonra yayınlanacak. Beğenmediklerinizi hakaret içermeyen şekilde ifade edin lütfen.